23 Eylül 2015 Çarşamba

KENDİNİ ARAYAN İNSAN (Rollo May)      


MODERN İNSANIN YALNIZLIĞI ve ENDİŞESİ

  • İçinde bulunduğumuz çağda insanlar psikolojik bozuklukları mutsuzluk, evlilik yahut meslek seçimi konusundaki kararsızlıklar, hayata dair genel bir umutsuzluk ve anlamsızlık hissi gibi çeşitli belirtilerle tanımlamaktadırlar.
  • 20. yy başlangıcında, sorunların en yaygın nedeni Sigmund Freud tarafından çok iyi bir şekilde tanımlanmıştı: kişinin hayatın içgüdüsel, cinsel boyutuyla bunların sonucunda ortaya çıkan cinsel dürtüler ve sosyal tabular arasındaki çatışmaları kabullenme güçlüğü şeklinde tanımlamıştı. Otto Rank insanların o dönemde yaşadığı psikolojik sorunların kökeninde aşağılık, yetersizlik ve suçluluk duyguları olduğunu yazdı.
  • 20. yy ortasında insanın en büyük sorununun boşluk duygusu olduğuydu. İnsanların yalnızca ne istediklerini bilmemeleri değil, ne hissettiklerine dair de hiçbir fikirleri olmayışınıdır.
  • Onları destek almaya sevk eden şey duygusal ilişkilerinin sürekli olarak ayrılıkla noktalanması, evlilik planlarını bir türlü gerçekleştirememeleri yahut eşlerinin onları tatmin etmemesi gibi şikâyetler olabilir. Aslında kendi içlerindeki bir eksikliği gidermesini yahut bir boşluğu doldurmasını bekledikleri ve bu gerçekleşmediği için endişeye ya da öfkeye kapıldıklarını açığa vuruyorlar. (s18)
  • Üniversiteden başarılı bir şekilde mezun olmak, iş bulmak, aşık olup evlenmek ve bir aile kurmak aslında kendi istedikleri şeyler değil de başkalarının, ebeveynlerin, profesörlerin, işverenlerin onlardan bekledikleri şeyler olduğunun farkına varıyorlar. Kişi dışsal hedeflerin peşinde koşmanın kendisine bir fayda sağlamayacağının farkına varır. Ancak bu farkındalı işi güçleştirmekten başka işe yaramaz, zira kendi hedeflerine dair bir fikre yahut gerçeklik hissine sahip değildir.
  • Günümüz insanının terapiye getirdiği cinsel sorunlar çoğu zaman sosyal baskılardan ziyade cinsel partnere yönelik güçlü duygulardan kaynaklanan iktidar ya da kapasite eksikliği gibi içsel sorunlardır. (s19)
  • Geleceğe dair güvensizlik, yani insanın nasıl bir plan yapacağını bilmemesi ve kendini çaresiz hissetmesine şaşmamalı.
  • Günümüzün tipik Amerikan karakteri, diye devam ediyor Riesman, Göze çarpmak değil “uyum sağlamak” istiyor; kafasında başka insanların kendisinden neler beklediğini tekrarlayıp duran bir radarla dolaşıyor gibi. Bu radar dürtü ve talimatları başkasından alıyor; tıpkı kendini bir aynalar toplamı gibi tanımlayan adam gibi tepki verebiliyor ama seçim yapamıyor; kendine özgü bir dürtüsü yok. (s22)
  • Boşluk duygusunun psikolojik kökeni nedir? Boşluk duygusu genellikle insanların, hayatlarına yahut içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin etkili bir şey yapmaktan aciz olmalarını hissetmelerinden kaynaklanır. İçsel boşluk duygusu kişinin yılların birikimiyle hayatına yön verme, başka insanların ona olan davranışlarını değiştirme yahut içinde bulunduğu dünyayı etkileme gücünün olmadığına dair inancının bir sonucudur. Böylelikle günümüzde pek çok insan gibi derin bir çaresizlik ve anlamsızlık hissine kapılır. İstekleriyle hisleri gerçek anlamda bir fark yaratamayacağı için çok geçmeden istemek ve hissetmekten vazgeçer. Duyarsızlık ve hissizlik de endişeye karşı birer savunma yöntemidir. (s27)
  • Erich Fromm, günümüz insanının artık kilise yahut ahlaki kuralların yetkisi altında değil de kamuoyu gibi “anonim otorite” e bağlı yaşadıklarını belirtmiştir. Otorite halkın kendisidir, fakat bu halk aslında yalnızca başkalarının kendisinden neler beklediğini öğrenmek için kendi radarını kullanmaya çalışan çok sayıda bireyden oluşmaktadır. (s27) 
YALNIZLIK
  • Modern insanın bir başka özelliği de yalnızlıktır. Bu duyguyu bir tür “dışarıda” olma, soyutlama şeklinde tarif ederler, daha entelektüel olanlarsa dışlandıklarını ifade edebilirler. (s28)
  • Yalnız olmadıklarının bir kanıtı olarak davet edilmek önemlidir. Yalnızlık çoğu insan için öylesine güçlü ve acı verici bir tehdittir ki tek başına olmanın pozitif yanlarını algılayamazlar ve hatta kimi zaman yalnız kalma ihtimalinden korkarlar.
  • Çoğu insan “yalnız olduklarını anlama korkusundan” mustariptir. (Andre Gide)
  • Boşluk ve yalnızlık temel endişe deneyiminin iki ayrı evresidir. (s29)
  • Kişinin kendisini boş yahut endişeli hissettiğinde bir insanın arkadaşlığına gereksinim duyar.
  • İnsanın birey olma deneyimini yalnızca kendisini başka insanlarla ilişkilendirdiğinde yaşaması ve yalnız kaldığında bu birey olma deneyimini yitirmekten korkmasıdır.
  • Biyososyal bir memeli olan insanoğlu çocukluk döneminde anne ve babasının yalnızca bakımına muhtaç olmakla kalmaz; kendini hayatın içinde yönlendirme becerisinin temelini oluşturan benlik bilincini de erken dönemdeki bu ilişkiler sayesinde edinir.
  • Yalnızlık hissinin bir başka önemli nedeni de toplumumuzun sosyal kabul görmeye verdiği değerdir. Bu endişemizi azaltmak için yahut bir prestij işareti olarak başvurduğumuz başlıca yöntemlerden biridir. Dolayısıyla, sonsuza dek aranan ve asla yalnız kalmayan biri olarak “toplumsal başarıya” ulaştığımızı kanıtlamamız gerekir. (s30)
  • Beğenilmemek yarışta kaybetmek anlamına gelir. Kişi beğenildiği taktirde mali başarı ve prestije de ulaşacağına inanılıyor. (s31)
  • Modern insanın yalnızlığının diğer yüzüyse yalnız kalmaktan duyduğu derin korkudur.
  • Bir kimse zamanının çoğunu yalnız geçiriyorsa insanlar onun başarısız olduğunu düşünme eğilimindedirler, çünkü akılları yalnız kalmayı seçebileceğinizi anlamaz.
  • Günümüz toplumunda insanın birtakım yerlere davet edilme ya da çağırdıkları kişinin davete katılmasını isteme ihtiyaçlarının altında da yalnız kalma korkusu yatar. (s31)
  • Sessizlik büyük suçtur, çünkü sessizlik yalnızlığı anıştırır ve korkutucudur.
  • İnsan söylediklerine kafayı fazla takmamalı yahut onlara fazla anlam yüklememelidir.Sanki anlamaya çalışmadığınızda söyledikleriniz daha etkili olur. (s33)
  • Yalnız kalma korkusunun temelinde kendimize dair farkındalığımızı yitirme endişesi vardır.
  • Kişinin uyum sağlama yöntemleri tehdit altına girdiğinde ve çevresinde başka insanlar olmadığında o kişi kendi içsel kaynaklarına ve içsel gücüne başvurmak zorundadır ve işte modern insanların gelişmeyi es geçtikleri şey de budur. (s35)
  • Sosyal kabul görmek, bir başka değişle “beğenilmek” yalnızlık hissini uzak tuttuğu için son derece güçlüdür.
  • Ne kadar “birbirlerine yaslansalar” da bu “doldurulmuş insanlar” önünde sonunda daha da yalnızlaşmaya mahkümdurlar; ne de olsa içi boş insanlar sevmeyi öğrenmelerini sağlayacak bir temelden mahrumdurlar. (s35) 
ENDİŞE VE BENLİĞE TEHDİT
  • Bireyler uzun bir süre boyunca aralıksız endişeye maruz kaldıklarında bedenleri psikosomatik hastalıkların hedef tahtası halini alır.
  • Gruplar atılacak ortak ve yapıcı adımlar konusunda kararsız bir şekilde aralıksız endişeye maruz kaldığında, grup üyeleri önünde sonunda birbirlerine düşeceklerdir. (s38) 
ENDİŞE NEDİR?
  • Korktuğumuzda bizi neyin tehdit ettiğini biliriz, içinde bulunduğumuz durum bizi harekete geçirir, algılarımız keskinleşir ve tehlikenin üstesinden gelmek için kaçmayı ya da başka uygun yöntemlere başvurmayı deneriz.
  • Endişe “yakalanma”, “şaşkına dönme” hissidir ve algılarımız keskinleşmek yerine daha bulanık ve belirsiz bir hal alır. (s41)
  • Endişenin yoğunluğu az ya da çok olabilir. Bu önemli biriyle buluşma öncesinde ortaya çıkan hafif bir gerginlik hissi ya da geleceği belirleyecek bir sınav öncesinde kişinin başarılı olmaya yetecek kadar hazırlanıp hazırlanmadığından emin olmadığında kapıldığı korku olabilir.
  • İnsanlar endişeyi farklı şekilde deneyimler: içimizin “kemirilmesi”, göğsünüzün sıkışması, genel bir şaşkınlık hali olabilir; kimileriyse sanki tüm dünya aniden kararmış veya üzerlerinde büyük bir ağırlık varmış ya da kaybolduğunu fark eden çocukmuş gibi hissederler. (s41)
  • Endişe bizi benliğimizin “özünden” vurur; birey olarak varlığımız tehdit altına girdiğinde hissettiğimiz duygudur.
  • Deneyimin niceliği değil niteliği onu endişeye dönüştürür.
  • Ölüm tehdidi endişenin en sık karşılaşılan simgesidir. Ancak yaşadığımız modern çağda kendimizi bir namlunun ucunda ya da başka bir şekilde ölüm tehdidi altında bulunduğumuz pek olmuyor. Endişemizin büyük bir kısmı birey olarak varlığımıza ilişkin önem verdiğimiz değerlerimizin tehdit altına girmesinden kaynaklanıyor. (s42)
  • Günümüz toplumunda en büyük endişe kaynakları beğenilmemek, dışlanmak ya da onaylanmamaktır.
  • Normal endişe kaçınılmazdır; içtenlikle kabullenilmesi gerekir. (s43)
  • Diyelim ki genç bir adam, bir müzisyen, ilk buluşmasına giderken anlam veremediği nedenlerden ötürü kızdan çok korkuyor. Sonrasında sorundan kurtulmak için hayatından tamamen kadınları çıkarmaya yemin edip kendini müziğe adıyor. Başarılı bir müzisyen olduğunda iletişim kurması gereken kadınlardan korktuğunu fark ediyor. Bu denli korkmasını gerektirecek nesnel bir sebep bulamıyor. Yaşadığı bu his nevrotik endişe, yani yüzleştiği gerçek tehlike ile orantısız bir endişe hali ve bunun nedeni bilinçaltında kendi kendiyle yaşadığı çatışma.
  • Nevrotik endişenin büyük çoğunluğu bilinçaltına yerleşen psikolojik çatışmalardan kaynaklanır. Bilinçaltındaki bu çatışmalar genellikle kişinin geçmişinde kalan ve kendini yüzleşecek kadar güçlü hissetmediğinde  bir tehdit sonucunda ortaya çıkar. Başa çıkmanın yolu kişinin korktuğu o asıl deneyimi ortaya çıkarıp ardından normal endişe yahut korku hisleriyle mücadeledeki yöntemleri uygulamaktır. Ağır nevrotik endişe vakalarında psikoterapi desteği almaktır. (s44)
  • Kişinin endişe ile öz farkındalığı arasındaki ilişki; Endişe insana aklını karıştırarak geçici bir süre nerede ve kim olduğunu unutturmasına neden olarak gerçekliğe dair algısını bulandırır.
  • Endişe özfarkındalığımızı yok ediyorsa, kendimize dair farkındalığımız endişeyi yok edebilir. Kendimize dair algımız güçlendikçe endişeye karşı durup onu altetme olasılığımız da o denli artar. (s45)
  • Nevrotik endişe doğanın bize çözmemiz gereken bir sorunumuz olduğunu gösterme yöntemidir. İçsel gücümüzü toplayıp karşılaştığımız tehditle savaşmaya zorlayan bir kalk borusudur.
  • Karşılaştığımız güçlüklerin üstesinden gelme umudumuzun yittiğine işaret edecek tek şey umursamazlığa teslim olarak endişemizle yapıcı bir şekilde yüzleşmeyi beceremeyişimiz olur.
HASTALIĞIMIZIN KÖKENLERİ
  • Rönesana’tan sonraki modern dönem boyunca süregelen iki temel inanış;
  • Bireysel rekabete verilen değer; Kişinin kendi ekonomik çıkarları ve zengin olmak için ne kadar mücadele verirse içinde yaşadığı toplumun madi gelişimine de o denli katkıda bulunduğuna inanılıyordu. (Serbest piyasa eknomisi=Laissez-faire) (s47)
  • Rekabetçi girişim arayışı altın çağında gerçekten harika ve cesur bir fikirdi. 19. Ve 20. yy önemli değişimler oldu. Tekelci kapitalizm ortamında kaç kişi bireysel rekabette başarılı olabilir?
  • İşçilerle, kapitalistlerin profesyonel çalışanlarla iş adamlarının artık dernekler y ada sanayi veya üniversite toplulukları gibi büyük gruplara dahil olmaları gerekiyor, zira aksi takdirde ekonomik anlamda hayatta kalmalarının imkanı yok. Bize yanımızdaki adamın önüne geçmeye çabalamak öğretildi, ancak günümüzde başarı daha ziyade iş arkadaşlarımızla uyumlu çalışmayı öğrenme becerimize bağlı. (s48)
  • Bireysel çaba ve insiyatifin kötü bir şey olduğunu söylemiyoruz. Bireylerin kendilerine özgü güç ve becerilerinin kolektivist bir uyum çanağında yitip gitmektense yeniden keşfedilerek topluma fayda sağlayacak çalışmalara temel oluşturabilmesini sağlamaktır. (s48)
  • Bilim ve diğer alanlardaki gelişmelerin hem kendi ulusumuzda hem de tüm dünyada bizi birbirimize çok daha bağımlı getirdiği 20. yy bireyselliğin  “her koyun kendi bacağından asılır” deyiminin ötesine geçmesi gerektiğidir. (s48)
  • Yaşadığımız modern çağın temel inanışlarından biri de bireysel akla olan inançtır.
  • 19. yy da Akıl psikolojik olarak “duygu” ve “irade” den ayrıldı.
  • Freud’un yetkin bir şekilde betimlediği baskılar ve içgüdü, ego ve superego arasındaki çatışmalara yol açtığını görürüz. Spinoza 17 yy da akıl kelimesini kullandığında hayata karşı takınılan ve zihnin duygularla etik amaçlar ve “insanın bütününün” diğer yönlerini birleştirdiği bir tavrı kastetmişti. Oysa günümüzde insanlar “Akılcı bir yol mu izleyelim, yoksa duygusal tutku ve ihtiyaçlarıma boyun eğmeli ya da etik görevlerime sadık mı kalmalıyım?”
  • Çoğu insanın ideal olarak kabul ettiği değerlerin etik hümanizm ve Yahudi-Hristiyan geleneklerinin birleşimiyle ortaya çıkan ve “komşunu sev”, “topluma hizmet et” gibi ahlaki kurallar olduğu şüphe götürmeyen bir gerçek. (s51)
  • Okulda daha iyi notlar almak, adının arkasına yıldız koydurmak gerekse de ekonomik anlamda başarılı olarak refaha erişmek şeklinde olsun, diğer insanların bir adım önüne geçme fikrine verilen önem komşularımızı sevme olasılığımızı büyük ölçüde ortadan kaldırmakta. (s52)
  • Dünyamız bilim ve sanayi alanındaki gelişmelerle artık “tek dünya” halini almışken bireysel rekabetçiliğe önem vermek saçma bir durum.
  • Ekonomik kalkınma neden insanların karşısında yer almak zorunda ve akıl neden duyguların karşısında duruyor? İçinde bulunduğumuz dönem gibi değişimlere gebe zamanların karakteristik özelliği herkesin yanlış soruları yöneltmesidir. Eski amaçlar, kıstaslar, ilkeler hala zihinlerimiz ve “alışkanlıklarımız” ın bir parçasıdır. Çoğu insan onları asla doğru yanıta ulaştırmayacak sorular sorarak hüsrana uğruyordur ya da birbiriyle çelişen yanıtların arasında kayboluyordur.             Akıl” sınıfta, “duygular” sevgiliyle vakit geçirirken, “irade gücü” sınava hazırlanırken, dinsel görevlerse cenaze ve Paskalya (dini bayramlarda) günlerinde devreye girer. Değer ve amaçların bu şekilde kompartımanlara ayrılması kişiliğin bütünlüğünü son derece hızlı bir şekilde baltalar ve hem içsel hem de dışsal anlamda “paramparça” olan kişi ne yöne gideceğini bilemez. (s53)
  • Cezanne 19 yy yapay ve duygusal sanata saldırarak sanatın hayatın dürüst gerçekleriyle ilgilenmesi gerektiğini ve güzelliğin dış görünüşten ziyade bütünlükle ilgili olduğunu gösterdi.
  • Freud insanların duygularını bastırıp cinsellik ve öfke yokmuş gibi davrandıkları takdirde nevroza kapılacaklarını işaret etti. Kişilikte bastırılarak derinlerde kalan bilinçaltına dair o “usdışı” katmanları açığa çıkarmak için yepyeni bir yöntem geliştirerek insanın düşünen-hissede-arzulayan bir bütün haline gelmesine yardımcı oldu. (s53)
  • 20 yy ortalarında gerek peygamberler, Soren Kierkegaardi, Friedrich Nietzsche ve Franz Kafka her biri içinde bulunduğumuz çağda değerlerin altüst olacağını 20 yy da yalnızlık, boşluk ve endişenin bizi sarıp sarmalayacağını öngördü. Her biri geçmiş zamanın hedefleri peşinde koşamayacağımızı anladı. (s54)
  • Friedrich Nietzsche 19 yy da bilimin bir fabrikaya dönüştüğünü ve teknik konulardaki bu ilerleyişin etik ve özkavrayışa da yansımadığı takdirde insanın nihilizme (hiçlik) kapılacağını söyledi. (s54)
  • Nietzsche, alışagelmiş tanrı inancına geri dönüş çağrısı yapmıyor., fakat özündeki değerleri yitiren bir toplumda neler olacağına işaret ediyor. 20 yy ortalarındaki katliamlar, soykırımlar ve zorbalıklar kehanetinin doğru çıktığının birer kanıtı. Çıkış yolu, yeni merkezi değerler yaratmak.
  • Hedeflerimizi yapıcı bir şekilde seçerek ne yöne gitmemiz gerektiğini bilmemenin yarattığı acı verici şaşkınlık ve endişenin üstesinden gelmemize olanak sağlayacak yeni merkezi henüz bulabilmiş değiliz. (s55) 
Benlik Bilincinin Yitimi
  • Hastalığımızın kökenlerinden bir diğeri de insanoğlunun değer ve saygınlığına dair hislerimizi yitirmemiz. (s56)
  • 1920’li yıllarda bireyin gücüne dair sağlam bir inanç varmış gibi görünse de insanoğluna değil yöntemler ve aletlere duyulan inanç sağlamdı. Benliğe dair aşırı basitleştirilmiş mekanik görüş gerçekte bireyin haysiyeti, karmaşıklığı ve özgürlüğüne dair bir inanç eksikliğinin işaretiydi.
  • Totaliter akımlar ve Büyük Buhran gibi kontrol dışı ekonomik depremler karşısında kendimizi birey olarak giderek daha ufak ve önemsiz hissetmeye başladık. (s57)
  • Otoriterizmin giderek kabul görmesinin nedeni çok sayıda insanın bu fikre inanması değil de kendilerini, birey olarak güçsüz ve endişe içinde hissetmesidir.
  • Birçok insan davranışlarının değerini davranışın kendisiyle değil de bu davranışın nasıl kabul gördüğüyle ölçüyor.
  • Pasif olan alıcı kendisine yöneltilen şeyi başarılı ya da başarısız kılacak güce sahip. Dolayısıyla biz de hayatta birey olarak yaşayıp davranmaktansa oyuncu olma eğilimine katılıyoruz. (s60)
  • Cinsellik bağlamında bir örnek; Erkeğin cinsel ilişkiye girerken kadına “lütfen doyuma ulaş” diye yakarmasından farksız ki her ne kadar bilinçli olmasa da bu tavır modern toplumumuzdaki erkekler arasında fark edildiğinden daha yaygın. Salt kadını doyuma ulaştırmakla ilgilenen erkeğin kendini tam anlamıyla ilişkiye veremediğini ve bu durumun çoğu zaman kadının tam manasıyla doyuma ulaşmasına engel olur.
  • İnsanın mizah anlayışının kendilik bilinciyle nasıl yakından ilişkili olduğu genellikle fark edilmez. Mizah normalde benlik bilincini koruma işlevi görmelidir. (s60)
  • Kendinizi nesnel bir durum karşısında yitip gitmeyen bir özne olarak algılamaya dair insana özgü kapasitemizin bir ifadesidir. Kişinin benliği ile yüzleştiği sorun arasına “mesafe” koymasının sağlıklı bir yöntemi, geriye çekilip soruna başka bir perspektiften bakmasının bir yoludur.
  • Kişi gülebildiği sürece endişe yahut korkunun esiri değildir.
  • İçten gelen mizah duygusunu yitirmedikçe (kendisine dışarıdan bakıp, tam bir deli gibi davrandım! Diyebildiği müddetçe) benliğini korur. (s61)
  • Toplumumuzda mizah ve gülmeye karşı hakim tutumlar nelerdir? En çarpıcı gerçek, gülmenin ticari mala dönüşmesidir.
  • Thorstein Veblen’in değişiyle “kahkahalar” bir tür “kahkaha gazı” etkisi yaparak hassasiyet ve farkındalıklarda körelmeye neden olur. Bu durumda gülmek kişinin kendi zihinsel karmaşasıyla yüzleşmek için yeni ve daha cesur bir bakış açısı elde etmesi yerine endişe ve boşluktan devekuşu misali kaçışıdır. Genellikle gürültülü kahkahalarla ortaya çıkan bu tür gülme tıpkı alkol ya da cinsel uyarılma gibi basit bir gerginlik azaltma işlevi görür. Bu tür gülme, insanı eskisine kıyasla daha da yalnızlaştırarak gerçeklikten koparır. Elbetteki bazı kahkahalar kindardır.(s62)
  • Kindar kahkaha kişinin kendi benliğine karşı üstün geldiğini düşündüğünün ifadesidir. 
KİŞİSEL GELİŞİM DİLİMİZİN YİTİMİ
  • Benlik bilinciyle birlikte birbirimizle derin kişisel anlamlar hakkında iletişim kurmamızı sağlayan dili de yitirdik. Bu durum Batı dünyasındaki insanların yaşadığı yalnızlığın önemli bir yönü.
  • Erich Fromm, hemen her erkek bir otomobil motorunun parçalarını eksiksiz sayabilir. Fakat iş kişiler arasında anlamlı ilişkiler kurmaya geldiğinde dilimizi kaybederiz. (s63)
  • Günümüzde semantik (anlambilim) çalışmaları çok önemlidir ve sürdürülmeleri gerekir. Rahatsız edici soru, iletişim kurmak için neden enerjimiz tükenene dek kelimelerin ne anlama geldikleri hakkında tartışıp durmamız gerektiğidir. Kelimeler dışında da çeşitli kişiseliletişim araçları vardır. Örneğin; sanat ve müzik.
  • Modern esere altında yatan ezoterik (belli bir gruba hitap eden, özel, gizli) şifreyi bilmeden bakan çoğu insan, hatta zeki olanlar dahi hiçbir şey anlayamaz. (s65)
  • Yetenekli sanatçıların kendilerini ancak bu denli sınırlı bir dille ifade edebilmeleri toplumumuza ilişkin çok önemli bir ipucu vermiyor mu?
  • Nietzsche, bir insanın “tarzıyla”, yani eylemlerine ortak bir temel ve ayırt edicilik sağlayan o eşsiz “örüntüyle” tanınabileceğini söylemişti. Günümüzün tarzı nedir? Modern olarak adlandırabilecek bir tarz olmadığını görüyoruz.
  • Her özgün sanatçı farklı diller deneyerek hangisinin kendi insanına biçim ve rengin müziğini en iyi şekilde aktarabileceğini bulmaya çalışıyor, oysa ortak bir dil yok.(s66)
  • Hem sanatçılar hem de geri kalanlarımız tinsel olarak ayrık ve şaşkın olduğumuzdan yalnızlığımızı örtbas edebilmek için diğer insanlarla dilimizin elverdiği şeyler hakkında konuşuruz; beyzbol liği, iş ilişkileri, en son haberler. Derin duygusal deneyimlerimizse daha gerilere itilir ve böylelikle içimiz giderek daha da boşalırken yalnızlığımız artar. (s67) 
Az Şey Görürüz Doğada Bizim Olan
  • Birey olarak kimlik bilincini yitiren insanların doğaya aitlik bilincini yitirme eğilimleri de vardır. Ağaçlar, dağlar gibi hareketsiz doğayla ve doğanın hareketli parçası hayvanlara karşı empati besleme becerilerinin bir kısmını da yitirirler. (s67)
  • Yalnızca içimizdeki boşluk değil endişemiz de doğayla kurduğumuz ilişkiyi yok etme eğilimindedir.
  • 19 yy geldiğimizde doğaya olan ilgi giderek daha teknik bir hal almaya başlamıştı; insanın asıl meselesi artık doğaya hükmetmek ve doğayı işlemek olmuştu.
  • 19 yy başlangıcına yaklaştığımızda William Wordsworth, doğaya dair duyguların kaybolmaya başladığını ve bunun nedenlerinden birinin ticari hayata verilen aşırı önem, sonucununsa yaşanan boşluk duygusu olduğunu gördü. (s69)
  • Yutulup yok olmadan doğayla iyi bir ilişki kurabilmek güçlü bir kişilik (diğer bir deyişle şahsi kimliğe dair güçlü bir algı) gerektirir.
  • Kişi inorganik varlıklarla arasındaki bağla gerçek anlamda yüzleştiğinde farkına vardığı “hiçliğin” ya da “var olmama halinin” içe işleyen tehdididir. “topraktan geldik toprağa gideceğiz” gerçeğini kendi kendimize hatırlatmak gerçekten de boş bir tesellidir. Bu tür deneyimler çoğu insan için endişe kaynağıdır. Bundan kaçmak için hayal güçlerini devre dışı bırakır, düşüncelerini öğle yemeğinde ne yesek gibi basit ve sıkıcı detaylarla meşgul ederler. (s72)
  • Doğayla yaratıcı bir ilişki kurabilmek için güçlü bir benlik hissiyatıyla bol miktarda cesaret gerekir. 
Trajedi Hissinin Yitimi
  • İnsanın değeri ve yüceliğine olan inancımızı yitirmemizin bir başka sonucu da insan hayatının trajik önemine dair algımızı yitirmememizdir. Trajedi hissi en basit anlatımla kişinin birey olarak insanların önemine olan inancının diğer yüzüdür. Trajedi insanoğluna karşı muazzam bir saygı ve onun haklarıyla kaderine adanmışlığı işaret eder. (s73) 
BÖLÜM 2
BİREYSELLİĞİN YENİDEN KEŞFİ

Kişi Olma Deneyimi
İki yaş civarında insanoğlunda evrim sürecinde şimdiye dek ortaya çıkmış en çarpıcı en önemli şey, yani kendine dair bir bilinç ortaya çıkar. Kendini “ben“ olarak fark etmeye başlar. Annesiyle birlikte “başlangıçtaki biz”in bir parçasıdır ve bebekliğin ilk dönemlerinde psikolojik “biz”in parçası olamaya devam eder. Fakat sonrasında bu küçük çocuk kendi özgürlüğünün farkına varır. Gregory Bateson’ın değişiyle kendi özgürlüğünü babası ve annesiyle olan ilişkisi bağlamında hisseder. Kendi ebeveynlerinden ayrı bir kişilik olarak deneyimler ve gerekirse onlara karşı durabilir.Bu olağanüstü olgu insan hayvanının kişi olarak doğuşudur.

Benlik Bilinci- İnsana Özgü Bir Damga
  • Benlik bilinci, kendini sanki dışarıdan görebilme yetisi insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliktir.
  • İnsanın kendine dair farkındalığı en önemli özelliklerinin kaynağıdır. Ona “ben” ve dünya arasındaki ayırımı yapabilme gücü veriri. Ona içinde bulunulan anın dışına çıkarak kendisini geçmişte yahut gelecekte hayal edebilmesini sağlayan zaman tutma becerisini verir. Böylece insanlar geçmişten ders alıp gelecek için plan yapabilirler. (83)
  • Benlik bilinci aynı zamanda insanın sembol kullanma becerisinin de temelini oluşturabilir. Bu sayede insan “güzellik”, “mantık” ve “iyilik” gibi soyut kavramlarla düşünebilir.
  • Benlik bilinci bize kendimizi başkalarının gözüyle görme ve diğer insanlarla empati kurma becerisi verir. Hayal etmemize olanak sağlar. Bize komşularımızı sevme, etik değerler konusunda hassas olma, gerçekleri görme, güzellik yaratma, kendinizi ideallere adama ve gerekirse onlar uğruna ölme gücü verir. Bu gizilgüçleri kullanabildiğimizde kişi oluruz. Ama bu armağanlar yüksek bir bedelle, endişe ve içsel kriz bedelleriyle bahşedilir. (83)
  • Ebeveynleri tarafından sevilip desteklenen ama şımartılmayan sağlıklı çocuk yüzleştiği endişe ve krizlere rağmen gelişmesini sürdürür. Ve travmaya dair herhangi bir dış belirti ya da özel bir isyankarlık olmayabilir. Suiistimal edilen, ya da nefret edilip reddedilen çocuk yeni yeni edinmeye başladığı bağımsızlığına dair denemeler yaptığında bağımsızlık kapasitesini yalnızca olumsuzluk ve inatçılık şeklinde kullanır. (84)
  • Çekingen bir şekilde “hayır” demeye başladığında ebeveynleri tarafından sevilip yüreklendirmek yerine onlardan dayak yiyen çocuk sonrasında “hayır” kelimesini gerçek anlamda bir bağımsızlık göstergesi değil de salt isyan etmek için kullanacaktır.
  • Günümüzde ebeveynlerin kendileri endişeli ve şaşkınlarsa, kendilerinden emin değil ve kendilerine dair birtakım şüpheler besliyorlarsa bu endişeleri çocuğa yansıyarak kendi benliğini bulmanın tehlikeli olduğu bir dünyada yaşadığını hissetmesine neden olabilir. (84)
  • Tüm yetişkinler ailelerindeki erken dönem deneyimlerle bellenen kalıplar üzerinden bireyselliğini elde edebilme yolculuğunda çaba sarf etmektedirler.
  • Benlik daima kişiler arası ilişkilerde doğar ve gelişir.
  • Bir birey ve kendine özgü bir kişilik olmanın bebeklik çağında başlayıp kişinin yaşı kaç olursa olsun yetişkinlikte de devam etmektedir.
  • Kişinin kendisini bir birey olarak deneyimlemesi ne anlama gelir?  Kendi kimliğimizin keşfi hepimizin hayata birer psikolojik varlık olarak başladığımızın bir kanıtıdır. Bu asla mantık çerçevesinde kanıtlanamaz, zira kişinin benlik bilinci tartışmanın başlaması için ön koşuldur. Farkındalık kişinin kendi benliğine dair sorgulama yapması için bir önkoşuldur. Meditasyon yapmak bile benlik bilincine sahip olduğumuzun bir işaretidir. (87)
  • Benlik kavramı matematiksel denklemlere indirgenemiyor diye onu “bilimdışı” olarak nitelendirerek reddetmektir.
  • Benlik bireyin içindeki düzenleyicidir ve insanın bir diğeriyle ilişki kurmasını sağlama işlevi görür. (88)
  • Bir birey olarak herhangi bir insanın kişiliğini anlamanın en iyi yöntemi kendi deneyimlerimizi incelemekten geçer.
  • Kendimizi düşünen-sezinleyen-hisseden ve harekete geçen bir bütün olarak görüyoruz. Bu nedenle benlik yalnızca kişinin üstlendiği çeşitli “rollerin” toplamı değildir, bu rollere büründüğünü bilme kapasitesidir. (89)
  • İnsanoğlu kedi doğasını gerçekleştirmeyi benlik bilinciyle yapmalıdır. Yani gelişimi asla otomatik değil de kendisi tarafından seçilmiş ve onaylanmış olmalıdır. (90)
  • İnsanoğlu aynı zamanda seçimlerini birey olarak yapmalıdır, çünkü kişinin benlik bilincinin bir parçası da bireyselliktir.(91)
  • Kendinizi nasıl gördüğünüzü asla tam olarak bilemem ve siz de kendinizle nasıl bir ilişki kurduğunuzu asla tam olarak bilemezsiniz. Bu her insanın tek başına durması gereken içsel sığınağıdır. İnsan hayatındaki trajedi ve kaçınılmaz birbaşınalığın önemli bir nedeni bu gerçektir, ancak bu aynı zamanda içsel sığınağımızda farklı bireyler olarak ayakta kalmamızı sağlayacak gücü kendimizde bulmamız gerektiğinin de bir göstergesidir. (91)
  • Organizmalar potansiyellerini tam olarak kullanamadıklarında hastalanırlar. Birey olarak potansiyellerimizi gerçekleyemediğimizde de aynı şekilde kısıtlanır ve hastalanırız.(92)
  • Neşe, güçlerimizi kullandığımızda ortaya çıkan duygudur. Hayatın amacı mutluluktan ziyade neşedir, çünkü insan olarak doğamızın gereklerini yerine getirmenin sonucunda neşeleniriz. (93) 
Benlik Değerinin Yedeği Olarak Kendini Küçük Görme
  • Kişi kendisini fazla önemsememelidir ve cesur bir alçak gönüllülük gerçekçi ve olgun bir kişiliğin işaretidir.
  • Şişinmek ve ukalalık genellikle içsel bir boşluk ve kişinin kendinden şüphe ettiğinin belirtisidir; endişe hissinin üzerini örtmek için en sık başvurulan yöntem gurur gösterisi yapmaktır. (94)
  • Kendisini güçsüz hisseden kimse zorbalaşır, daha da güçsüz olanlarsa kabadayılaşır; el kol oynaması, çok konuşma, ukalalık yapma ve işi yüzsüzlüğe vurma eğilimi gizil endişenin başlıca belirtilerindendir.
  • Kendilerine dair değer hislerini neredeyse tamamen yitirmek üzere olan kimseler genellikle kendi kendilerini suçlama eğilimindedirler, zira değersizlik ve aşağılama duygularının yarattığı keskin acıyı bastırmanın en kolay yolu budur. (95)
  • “Gururlu bir insan olmaya en çok yaklaşanlar kendilerinden tiksinenlerdir.” (Spinoza)
  • İçi boş insanların yaşadığı çağımızda kendi kendini suçlamaya verilen önem hasta bir atı kamçılamaktan farksızdır. 
Benlik Bilinci İçedönüklük Değildir
  • Kendimizi unutmaya çalışmamalı mıyız? Kişinin kendini bilmesi (self-conscious: özbilinç) onu utangaç, çekingen ve sosyal anlamda ketlenmiş (şoka girme, savunma) kılmaz mı? Olanlara bir de yaptıklarınıza dair farkındalığınız arttığında bakın.
  • Doğal olarak herhangi birinin dünyada isteyebileceği en son şey benlik bilincine sahip olmaktır.
  • Özbilinç=Özgüvenli anlamındadır, olması gereken de budur. (98)
  • Kendini sürekli “gözlemlemek” kendini bir nesne gibi algılamak kendine yabancılaşmaktır.
  • Benlik bilinci hayatlarımız üzerindeki kontrolümüzü artırır ve bu artan güçle birlikte kendimizi serbest bırakma kapasitesi ediniriz. (100)
  • Kişinin benlik bilinci ne denli artarsa kendiliğindenliği ve yaratıcılığı da o denli artacaktır.
  • Çocuksu yahut bebeksi benliğimizi unutmak iyi bir öğüttür. Ancak, nadiren işe yarar.
  • Yaratıcı faaliyetler esnasında kişinin bir bakıma kendi benliğini unuttuğu doğrudur. (100) 
Kişinin Beden ve Hislerinin Deneyimlenmesi
  • Benlik bilincinin kazanılması sürecinde çoğu insan en başa dönerek kendi hislerini yeniden keşfetmelidir. (101)
  • Dosdoğru hissetmek yerine hislerine dair belli belirsiz fikirler veriyorlar; hislerinden etkilenmiyorlar ve duyguları onları harekete geçirmiyor. Hislerini deneyimlemede güçlük çeken insanların;
  • Hissetmeyi öğrenmek; Genellikle “şu an kendimi nasıl hissediyorum?” sorusunu her gün kendilerine yönelterek hissetmeyi öğrenmeleri gerekir. Kastettiğimiz şey aşırı hassasiyet yerine duyarlılık, yapmacıklık yerine duygulanım. Aksine, önemli olan, aktif bir şekilde hissedenin “ben” olduğunu deneyimlemektir. Bu da beraberinde bie dürüstlük ve hissetmede dolaysızlığı getirir; kişi bunun etkisini benliğinin tüm katmanlarında hisseder. (101)
  • Bedene dair farkkındalık; Bebekler kişisel kimliğine dair en erken sezgiyi bedenlerinin farkına vardıklarında edinirler. “Bebeklerin deneyimlediği bedene benliğin ilk çekirdeği adını verebiliriz.” (Gardner Murphy) Örnek: Bebek defalarca bacağına ulaşmaya çalışır er ya da geç bacağını tutma deneyimini yaşar. İşte bacağım, onu hissedebiliyorum ve bana ait.
  • Modern çağdaki sanayileşmeye hizmet eden cansız bir makineye indirgenmesi sonucunda insanlar bedenlerine kulak gurur duymaktadırlar. Bunun sonucunda doğa gelip soğuk algınlıkları, nezle ya da daha ciddi hastalıklara maruz bırakarak sanki “Bedenini dinlemeyi ne zaman öğreneceksin?” diye sormaktadır. (103)
  • “hasta oldum” derken “araba çarptı” der gibi bedenlerin, nesneleştirirler. Sonra kendilerini doktorların, yeni mucize ilaçların kollarına bıraktıklarında üzerlerine düşeni yaptıklarını hissederler.
  • Kişi özerkliğinden vazgeçtiğinde kendini çok çeşitli psikosomatik (ruhsal nedenlerden doğan beden hastalığı) rahatsızlıklara açık bir hale getirir. (103)
  • Ne zaman çalışıp ne zaman dinleneceğine karar vermek için “bedeni dinlemek” önem taşır. (104)
  • Bedeninizin tepkilerine göre davranmanın yanı sıra dünyayla ve etrafınızdaki insanlarla aramızdaki duygusal ilişkileri dikkate almamız da bizi sık sık yarı yolda bırakmayacak sağlıklı hayat sürebilmemiz anlamına gelir. (104)
  • Bağnaz tavırlar cinselliği benliğin geri kalanından ayırma eğilimine örnek gösterilebilir. Bağnazlığın zıttı olan çapkınlığın da aslında cinselliği benlikten ayırma hatasına düştüğü pek düşünülmez. (104)
  • Biz bedeni benlikle bir araya getirmeyi öğreniyoruz.
  • Kişinin kendi bedenini eyleme geçen benliğin bir sureti olarak deneyimlemesi (yemek yemek ya da dinlenmenin keyfi; güçlenen kasları kullanmanın verdiği mutluluk; cinsel dürtü ve tutkuların doyuma ulaşması) demektir. “Bedenim hissediyor” yerine, “Ben hissediyorum” yaklaşımıdır. (105)
  • Cinsellikteyse, cinsel arzu ve tutkuyu kişilerarası ilişkilerin bir parçası olarak deneyimleme tavrıdır.
  • Benliği bedensel sağlığın merkezine yerleştirmeyi öğreniyoruz. Hasta olan yahut sağlığına kavuşan “ben”im. (105)
  • Gerek fiziksel gerekse psikolojik olsun tüm hastalıkların dedenin (yahut “kişilik” veya “zihin”) başına gelen periyodik kazalar olarak değil de, doğanın insanın bütününü yeniden eğitmesi olarak görülmesini öneriyoruz.
  • Bir tüberküloz hastasının arkadaşına yazdığı mektup, “hasta olmamın nedeni aşırı çalışmam ya da birtakım tüberküloz virüsleriyle ters düşmem değil, aslında olmadığım bir insan olmaya çalışmamdı. (105)
  • Çoğu insan bir grip ya da daha ciddi bir hastalık geçirdiğinde suçluluk duygusundan “arındığını” hisseder. Bilimsel ilerleme insanların endişelerini, suçluluk duygularını, boşluklarını ve acımasızlıklarını aşmalarına yardımcı olmaktan ve hastalıkları alt ettiğinde (son derece arzu edilen bir amaç) hastalık yalnızca biçim değiştirerek yeni bir kanala zorlanmış olur. (106)
  • Hastalıklara karşı ayrıştırılmış bir şekilde yürütülen mücadele Herkül’ün yedi başlı Hidra’ya karşı yürüttüğü mücadeleden farksızdır: ne zaman kafalarından birini kesse yerine yenisi çıkıyordu. (107)
  • Kişinin ne istediğini bilmesi, çok az insan bunu bilir.
  • Kişi dürüst bir şekilde dönüp kendi içine baktığında aslında istediğini sandığı şeylerin ne kadar rutin olduğunu (Cuma günü balık tutmak gibi) ya da istediği şeyleri aslında istemesi gerektiğini düşündüğü (işinde başarılı olmak gibi) fark etmez mi?; yahut istemek istediği şeyler değimlidir bunlar (komşumuzu sevmek gibi)?
  • Dosdoğru ve dürüst isteklere genellikle arzularını çarpıtmayı henüz öğrenmemiş çocuklarda rastlanır. İsteklerinde hiçbir karmaşa yoktur. Çocuğun o anda dondurma yemesi uygun olmayabilir ve eğer kendisi karar veremeyecek kadar küçükse evet ya da hayır deme sorumluluğu elbette ki ebeveynlerindir. Ebeveynler çocuğu aslında dondurma istemediğine ikna etmeye çalışarak isteklerini çarpıtmamalıdırlar. (107)
  • Duygu ve arzuların farkında olmak bunları hiçbir ayrım yapmadan her nerde olursak olalım ifade etmemiz gerektiği anlamına gelmez. (108)
  • Kişi önce ne istediğini bilmeden ne yapıp yapmaması gerektiğine dair nasıl hüküm verebilir? Bir ergen için otobüste karşısında oturan karşı cinsten kişiye yahut annesine karşı erotik itkiler hissetmesi bu itkilere göre hareket edeceği anlamına gelmez. Sosyal anlamda kabul görmediklerinden ötürü bu itkilerin farkındalık seviyesine erişmelerine asla izin vermediğini varsayarsak? Bastırılamayan arzu ve duygulara düşülmesi nevrotir bir durumdur. Aslına bakıldığında, kişiyi sonrasında dürtüsel davranmaya yönlendiren şeyin bastırılan duygu ve arzular olduğunu biliyoruz. (108)
  • Viktorya dönemi, kişi ne kadar bütünleşikse duygularının dürtüselliği de o denli azalıyordu. Olgun kişide duygular ve istekler belirli düzenlemelere göre ortaya çıkar. Örnek: Tiyatro sahnesinin bir parçası olarak bir akşam yemeği sofrası gördüğünde yemek yeme arzusu duymaz, ne de olsa oraya yemek yemeğe değil tiyatro oyunu izlemeye gelmiştir. (108)
  • Hissetme ve istemeye dair tüm doğrudan ve anlık deneyimler kendiliğinden ve biriciktir.
  • İsteme ve hissetme, içinde bulunulan durumla birlikte içinde bulunulan konum ve zamanın biricik parçasıdır. (109)
  • İyi bir portre çiziminde arka plan daima portrenin içsel bir parçasıdır; yani olgun bir insanın davranışı, onu çevreleyen dünya karşısında benliğin içsel bir parçasıdır.
  • Kendiliğindenlik daha ziyade eylemde bulunan “ben”in belli bir andaki belli bir çevreye göre tepki vermesidir.
  • İçinde bulunulan durum geçmişte, yaşananlardan ve gelecekte yaşanacaklardan farklıysa, kişinin o esnada hissettiği duygu da benzersizdir ve bir daha asla aynı şekilde yinelenmez. Yalnızca nevrotik davranışlar mutlak bir şekilde tekrar eder. (109)
  • Modern insan bedeni üzerindeki egemenliğinden vazgeçerken aynı zamanda bilinçdışı yanından da feragat etmiştir ve böylece ona yabancılaşmıştır.
  • Bastırdığımız şeyleri elimizden geldiğince bulup hayatımıza geri kazandırmamız gerekiyor.
  • Rüyalar yalnızca çelişkiler ve bastırılan arzuların değil, aynı zamanda kişinin belki yıllar önce öğrenip unuttuğunu düşündüğü eski bilgilerinde birer ifadesidir. (111)
  • Kişinin farkındalığının attığı oranda kendisini canlı hissettiğini göstermektedir.
  • Artan farkındalık, artan “ben-lik” deneyimi ve eyleme geçen ben’in aynı zamanda onların öznesi olduğunu hissetme deneyimi birey olma anlamına gelir.
  • Birey olmak, bizi pasifizm ve özfarkındalığın yerini kişinin deneyimindeki belirleyici güçlerin almasına izin vermekten kurtarır. (111)
  • Psikanalizin amacı, bilinçdışını bilinç haline getirmek; farkındalığın boyutlarını genişletmek, benliği oradan oraya itip duran bilinçdışı eğilimlerin farkına varmasına yardımcı olmak ve böylelikle kişinin kendi gemisini bilinçli bir şekilde idare etmesini sağlayabilmekti. (112)
  • Eylemcilik, “Kişi ne kadar çok eylemde bulunursa o kadar canlıdır.” Düşüncesidir. Farkındalığın ikamesi olarak eylemin kullanılamsı.
  • Çoğu insan endişelerini örtebilmek için sürekli olarak meşguldür; onların eylemciliği kendilerinden kaçmanın bir yoludur. Hareket etmedikleri takdirde bir şeyler ters gidecekmiş ya da meşguliyet kişinin ne kadar önemli olduğunun bir kanıtı gibi sürekli acele ederek yalancı ve geçici bir canlılık hissederler. (112)
  • Özfarkındalığa verdiğimiz önem kesinlikle canlı, bütünleşik bir benliğin ifadesini içermekte ama aynı zamanda eylemciliğin (bir başka değişle özfarkındalıktan kaçıyormuş gibi yapmanın) taban tabana zıttı. (113) 
Var Olma Mücadelesi
  • Çoğu insan özellikle de birey olmalarını engelleyen geçmiş deneyimlerini aşmaya çalışan yetişkinler için benliğe dair bilinç kazanmak mücadele, çatışma gerektirir. Birey olmanın yalnızca hissetmeyi ve deneyimleyip istemeyi öğrenmeyi değil, onları hissedip istemekten alıkoyan şeylerle mücadele etmeyi de gerektirdiğini fark ederler. (115)
  • Potansiyel kişinin aslen annenin ve bebeğin seçimi olmadan göbek bağı aracılığıyla ana rahminde otomatik olarak beslenerek anneyle birlikte bir bütünlük oluşturan fetüs’dür.Doğduğunda ve göbek bağı kesildiğinde fiziksel olarak bir insan haline gelir ve sonrasında beslenme her iki tarafın da bilinçli seçimine bağlıdır; bebek yemek istemek için yaygara koparabilir ve anne evet ya da hayır diyebilir. Bebek onu besleyen anneye muhtaçtır. (115)
  • İnsanoğlu kendi bireyliliğini ancak, bilinçli ve sorumlu seçimlerle gerçekleyebileceğinden, fizikselliğinin yanı sıra psikolojik ve etik bir birey de olmalıdır. (116)
  • Ana rahminden doğma, topluluktan kurtulma, bağımlılıktan kurtulup seçme özgürlüğüne kavuşma süreci insanın hayatı boyunca verdiği kararların hepsiyle ilgilidir ve ölüm döşeğinde dahi yüzleşmesi gereken konudur. Zira cesurca ölme kudreti kendi başına olmayı öğrenme ve bütünden ayrılma sürecinin nihai adımıdır. (116) 
Pskolojik Göbek Bağını Kesmek
  • Doğumuyla birlikte göbek bağı kesilen bebek fiziksel bir birey halini alır, ancak zaman içinde psikolojik göbek bağı kesilmediği takdirde ebeveynlerinin bahçesinden çıkmayan bir bebek olarak kalır. İpinin izin verdiğinden daha uzağa gidemez. Gelişimi engellenmiştir ve teslim edilen büyüme özgürlüğü içten içe dargınlık ve öfkeye dönüşür. Bunlar iplerinin izin verdiği mesafelerde son derece rahat bir şekilde yaşarken evlilikle yüzleştiklerinde ya da işe giriştiklerinde veya önünde sonunda ölümle yüzleştiklerinde altüst olan insanlardır. Yaşadıkları her krizde “annelerine dönme” eğilimindedirler. “Karımı yeterince sevemiyorum, çünkü annemi çok seviyorum” (117)
  • Gerçek sevgi engindir ve asla başkalarını sevmeye engel olmaz: asıl kışkırtıcı olan ve insanı karısını sevmekten alıkoyan şey anneye bağlı olmaktır. Günümüzde bağlı kalma eğilimi güçlüdür. (117)
  • Toplum bireye az da olsa istikrarlı bir şekilde destek olama anlamında “annelik” yapamayacak denli bozulduğunda kişi çocukluğunun fiziksel annesine daha sıkı tutunma eğilimi gösterir. 
Anneye Karşı mücadele
  • Orestes “Hareket edemem, körleştim” diyerek kılıcı yere düşürür. Baskın bir anneyle mücadele ederek iktidarını kaybeden genç adamlara dair her psikoterapistin gözlemlediği durumu ortaya koymasıdır. (121)
  • Bir ebeveynin öldürülmesi ne anlama gelir? Büyüyen insanın, gelişmesine ve özgürlüğüne kavuşmasına engel olan otoriter güçlere karşı mücadele etmesidir. (123)
  • Başkasının buyruğundaki iktidarın hiçbir önemi yoktur. (124)
  • Amerikan anneleri, beş gün boyunca şehirde çalışıp yalnızca hafta sonları evde görünen babaların ailedeki merkezi konumlarından feragat etmeleriyle birlikte güç koltuğuna geçmeye zorlanmışlar (Psikanalist Erik Erikson) (125)
  • Ensest ilişki en basit tabirle içe, yani aileye dönmenin ve “dışadönük” şekilde sevememenin cinsel ve fiziksel simgesidir. Ergenlik dönemi geçildiği halde devam eden ensest eğilimli arzular aşırı ebeveyn bağımlılığının cinsel bir belirtisidir ve daha ziyade henüz “büyümemiş” ve ebeveynleriyle aralarındaki psikolojik göbek bağını kesememiş kimselerde görülür. (129)
  • İnsanoğlunun hayat boyu farklılaşma arzusunun sürekliliği ensest ilişkiden uzaklaşarak “dışadönük sevgiye” yönelmesini gerektirir. (130) 
Kişinin Kendi Bağımlılığına Karşı Mücadelesi
·         Kişiyi ebeveyne bağlı tutan şey nedir? Kişinin hayatının en erken döneminde dayanmak olduğu otorite dış kaynaklıdır.
·         Herkesin gelişiminde zaman içinde otorite sorunu içselleştirilir; büyüyen insan bu kuralları benimser ve hayatı boyunca sanki hala kendisini en başta zincirleyecek güçlere karşı mücadele ediyormuş gibi yaşar. (132)
·         Kişi baskılayıcı güçleri benimseyip onları kendi içinde yaşatmaya devam ettiğinden dolayı onların üstesinden gelecek güce de sahiptir.
·         Hiç birimiz bizi sömürmeye çalışan insanlara yahut çevremizdeki dış güçlere karşı durmaktan kaçınamayız.
·         Temel çatışma kişinin büyüme, gelişme ve sağlık arayışında olan ile özgürlükten feragat ederek olgunlaşmamış bir düzeyde psikolojik göbek bağlarıyla sarılmış halde ebeveynin yalancı-koruması ve ilgisinin peşinde koşan tarafı arasındadır. (132)

Benlik Bilincinin Evreleri
  1. Bebeğin benliğe dair bilinç oluşmadan önceki “masumiyet” evresidir.
  2. Kişinin kendi çabalarıyla bir içsel güç oluşturmak üzere özgür olamaya çalıştığı “isyan” evresidir. Bu evre en açık şekliyle 2-3 yasındaki çocuklarla ergenlerde görülür. (133)
  3. “sıradan” benlik bilincidir. Bu evrede kişi bir ölçüye kadar kendi hatalarını görebilir.
  4. Kişinin bir soruna dair ani bir sezgi kazanmasıyla örneklenebilir; bir anda, durup dururken üzerinde günlerdir kafa patlatılan bir sorunun yanıtını buluverir. Kimi zaman bu tür sezgiler rüyalarda ya da kişi başka bir şey düşünüyorken yaşadığı aydınlanma anlarında gelir; her durumda yanıtın kişiliğin bilinçaltı seviyesinden geldiğini biliyoruz. “Fikrin gelmesi” ya da “ilham” olarak adlandırılır.(133)
  • Kendini tamamlayan insanın bir tür “kendini aşma” sürecinden geçtiğini ifade etmek bilimsellik dışı bir hassasiyet olmaz. (Nietzsche)
  • “Hayat aynı anda hem kendini yinelemekle hem de aşmaya çalışmakla meşguldür.” “Tek yaptığı kendini idame ettirmekse eğer, yaşamak ölmenin bir çeşididir ve insan varlığı tuhaf bir bitki örtüsünden farksızlaşır.” (simone de Beauvoir)
  • Yaratıcı benlik bilinci çoğumuzun nadiren yakalayabildiği bir evredir. Yaratıcı kimseler hayatlarının büyük bir bölümünü bu evrede geçirir. Ancak, bu daha alt evrelerde yaptıklarımıza ve deneyimlerimize anlam veren evredir. (135) 
BÖLÜM 3 BÜTÜNLEŞMENİN HEDEFLERİ

Özgürlük ve İçsel Güç
  • Özgürlüğü elinden tamamen ve gerçek anlamda alınan bir kişiye ne olurdu? 
Kafese kapatılan adam
  • Başlangıçta adam şaşkındı, “Tramvayı kaçıracağım, işe gitmem lazım, baksanıza saat kaç oldu, işe geç kalacağım!” durumun farkına varmaya başlayınca, bu adil değil kanunlara aykırı. Her gün itirazını yöneltiyordu. Birkaç gün sonra adamın itirazları azaldı ve ardından tamamen kesildi. Başlangıçtaki öfke bir alığına da olsa siliniyordu. Birkaç hafta sonra insana yiyecek ve sığınacak bir yer verilmesinin ne kadar faydalı bir uygulama olduğunu, insanoğlunun zaten her koşulda kaderini yaşamak zorunda olduğunun ve kendi üzerine düşenin bu kaderi kabullenmek olduğunu söylemeye başladı. İlerleyen günlerde yiyecek ve barınacak yer verildiğinden minnetini ifade etmeye başladı. Kafesi kabullenmişti. Öfkelenmiyor, nefret duymuyor ve mantıklı açıklamalar yapıyordu. Ama artık aklını yitirmişti. Geriye kocaman bir boşluk kalmıştı. (141) 
Alıkonan Özgürlüğün Bedeli Olarak Nefret ve Kırgınlık
  • Özgürlüğünün önemli bir bölümünden genellikle seçme şansı olmadığı çocukluk döneminde vazgeçmek zorunda kalan kişi çoğu zaman dışarıdan bakıldığında durumu kabullenip teslimiyete “boyun eğmiş” görünür. Ancak, oluşan boşluğu öfke ve kırgınlık doldurur. Elbette ki nefret bastırılmıştır; zira köle olan kişi ustalarına karşı beslediği nefret dolu düşünceleri paylaşamaz ama yine de oradadır ve çocuklar söz konusu olduğunda farklı belirtilerle dışa vurulabilir; çocuğun okulda başarısız olması, aşırı fiziksel hastalık ya da erken yaşların da ötesinde uzun dönem süren yatak ıslatma alışkanlıkları vb.
  • Nefret yahut kırgınlık genellikle kişinin kendisini psikolojik yahut tinsel (bilinç dışı her şey) intihardan alıkoymasını sağlamasının tek yoludur. Az da olsa saygınlığını ve kendi kimliğine dair algısını korumasını sağlar, sanki bu kişi –yahut milletler söz konusu olduğunda kişiler- kendilerini fethedenlere sessizce şöyle demektedir. “Beni fethettin ama senden nefret etme hakkım saklı.” (143)
  • Nefret ve kırgınlık yıkıcı duygulardır ve olgunluğun belirtisi bunları yapıcı duygulara çevirmektir. (144)
  • Bir tavır yahut duyguyu bastırdığımızda yüzeysel olarak bu duyguya zıt bir şekilde davranıp zıt bir tavır takındığımız artık bilinen bir psikolojik eğilim. (145)
  • İnsan gerçek hayatta nefret ve kırgınlıktan genellikle bu duygularını başka insanlara yöneltir ya da kendi içine dönerek kendinden nefret etmeye başlar. Dolayısıyla nefretimizle açık açık yüzleşmemiz önemlidir. Ve kırgınlıklarımızla yüzleşmemiz çok daha önemlidir. (145)
  • Nefret ve kırgınlıklarımızla açık bir şekilde yüzleşemediğimizde er ya da geç kendi kendine acıma duygusuna dönüşürler ki bu durumun kimseye faydası yoktur. (146)
  • Nefret ve kırgınlık kişinin gerçek özgürlüğünü yeniden elde etmesi için motivasyon olmalıdır; bunu yapamadığı müddetçe bu yıkıcı duyguları yapıcı hale getirmesi mümkün olmayacaktır.
  • Nefret ve kırgınlık kişinin içsel özgürlüğünü geçici bir süreliğine korur, fakat kişi er ya da geç bu nefret duygusunu kullanarak gerçek özgürlük ve onurunu asıl hayatta da geri kazanmalıdır, aksi takdirde nefreti kendi kendine yok eder. (147) 
Özgürlük Ne Değildir?
  • Özgürlük isyan değildir. İsyan özgürlüğe uzanan bir ara bölgedir; küçük çocuk “hayır” deme gücü aracılığıyla kaslarını çalıştırmaya çabalarken az da olsa ortaya çıkar.
  • Erginlikte, ebeveynin temsil ettiği şeye karşı isyanın gücü çoğu zaman aşırıdır, genç kimse aslında kendi dünyaya adım atma endişesiyle mücadele etmektedir. Ebeveynler ona “yapma” dediklerinde onlara meydan okumalıdır, çünkü bu “yapma” ifadesi aslında kendi korkak yanının, ebeveynlerinin ördüğü koruma duvarından çıkmama eğiliminde olan yanının içten içe söyleyip durduğu şeydir. (147)
  • İsyan eden kimse isyanın aslında dışsal bir yapı (kurallar, kanunlar, beklentiler) gerektirdiğini ve kişinin kendi özgürlük hissiyle gücünün aslında bu dışsal yapıya bağlı olduğunu unutur. Bunlar “ödünç” alınmıştır ve her an tıpkı bir banka kredisi gibi el konulabilir. (148)
  • Ebeveynlerin çocuğun davranışına dair önemli bir sorumluluk üstlenmeleri gerektiği ve olumlu özgürlüğün aslında ebeveynin bunu bir insan olarak çocuğuna dair samimi bir saygı çerçevesinde yapması, çocuktaki tüm potansiyelin ortaya çıkabilmesini sağlayacak gerçekçi bir ortam yaratması ve çocuğun kendi istekleriyle duygularını tarif etmemesi anlamına geldiği de biliniyordu. (149)
  • İsyan eden kimse yön ve canlılık duygularını halihazırdaki standart ve ilkelere saldırarak edinir, kendi standartlarını geliştirmek durumunda değildir. İsyan, yeni inançlara ve üzerine yeni bir yapı inşa edilecek temele ulaşmaya bir alternatif görevi görür.
  • Özgürlüğün olumsuz biçimleri özgürlüğü hak elde etmekle karıştırıyor ve özgürlüğün asla sorumluluğun tersi anlamına gelmediği gerçeğini görmezden geliyordu. Yapılan bir diğer hata da özgürlüğü plansızlıkla karıştırmaktır. (150)
  • 20 yy bu “tek dünyası” birbirine bağımlı olmayı, daha fazla gerektiriyor ve özgürlük artık herkesin kendi fabrika yahut üniversitesini kurmasıyla değil ekonomik topluluk ve çalışmanın sosyal değeri bağlamında kazanılabiliyor. (150)
  • Hem entelektüel hem de tinsel anlamda daha özgürüz, çünkü yurttaşlarımızla aramızdaki ekonomik bağımlılığı kabullenmiş durumdayız.
  • Modern insanın içe dönük psikolojik ve tinsel özgürlüğünü elde etme konusundaki son şansının ekonomik gelişme fırsatı yakalama olduğunu düşünmesi değil midir? (151)
  • Özgürlük bölünemez: ve belli bir ekonomik doktrinle ya da hayatın bir parçasıyla, hele hele geçmişe ait bir parçasıyla bütünleştirilmemesinin nedeni de bu; özgürlük gerçekten soluk alıp evren bir olgu ve canlılığını kişinin kendisini etrafındaki toplulukla ilişkilendirme biçiminden alıyor. Özgürlük açıklık, gelişmeye hazır olmaktır; esneklik, daha üst insanı değerler uğruna değişmeye hazır olmak demektir. Özgürlüğü verili bir sistemle ilişkilendirmek özgürlüğü inkar etmektir; bu tutum özgürlüğü kristalleştirerek onu doğmalaştırır. (152)
  • İyi toplum insana en fazla özgürlüğü verendir. 
Özgürlük Nedir?
  • Özgürlük, insanın kendi gelişiminde rol oynamasıdır. Kendi kendimize şekil verme kapasitemizdir. Özgürlük benlik bilincinin diğer yüzüdür. (153)
  • Benliğimize dair bilinç kazanma gücümüz sayesinde farklı seçeneklerin nasıl sonuçlar doğuracağını düşünerek içlerinden bize en uygun olanı seçebiliriz.
  • Kişinin benlik bilinci arttıkça seçim yaptığı küme genişler ve özgürlüğü de aynı oranda artar. Özgürlük birikerek çoğalır; özgürce verilmiş bir karar bir sonraki kararda kişiyi daha da özgür kılacaktır. (154)
  • Tüberküloz hastalarından kimisi pes eder ve neredeyse ölüme davetiye çıkarır. Kimisiyse “doğa” yahut “tanrı”nın böyle bir hastalık vermiş olduğu gerçeğine içerler ve her ne kadar dışarıdan uyumlu davranıyor görünse de içten içe kurallara isyan eder. Bu hastalar genellikle ölmez ama iyileşmezlerde. Hayatın her alanındaki isyankarlar gibi daimi olarak bir düzlükte kalır, zamanın geçmesini beklerler. Başka hastalarsa hasta oldukları gerçeğiyle yüzleşirler; sanatoryumun yataklarında dinlenirken saatler boyunca düşünerek bilinçaltının bu trajik gerçeği sindirmesini sağlar. Yalnızca fiziksel sağlıklarına kavuşmakla kalmazlar, aynı zamanda bu hastalığa yakalanmış olma deneyimi sayesinde gelişip güçlenirler.(156)
  • İnsanoğlu hayatını incelemenin verdiği güçle kendisini çevreleyen olayların ötesine geçebilir.
  • Özgürlük yalnızca belirli bir karara “evet” ya da “hayır” demek değildir: kendimizi şekillendirip yaratma gücüdür. Nietzsche’nin değişiyle özgürlük, “asıl olduğumuz şeye dönüşme” kapasitesidir. (157) 
Özgürlük ve Yapı
  • Özgürlük asla boşlukta gerçekleşmez; anarşi değildir.
  • Özgürlük bir başına yaşamaya çalışmak anlamına gelmez. (157)
  • Varoluşçuluğun hem Sartre’cı hem de diğer varyasyonlarının özünde bireyin kendi özgürlüğü ve içsel bütünlüğüne bu kavramlar uğruna ölecek yahut gerekirse intahar edebilecek denli inanması yatmaktadır.
  • Kişi kaybedilmiş bir dava uğruna ölebilir fakat böyle bir durumda kendi onuru ve bütünlüğü gibi son derece pozitif değerler uğruna ölmektedir. (159)
  • Çoğu insan toplumun beklentilerine bilinçsiz bir şekilde uymalarından kaynaklanan belirli kuralları kabullenme eğilimindedir. “Çoğunluğa Uyma” ve “otoriterlik” günümüzde çoğu insanın kabul ettiği yapı olarak görülmektedir. (159) 
Kendini Seçmek
  • Özgürlük kendi kendine ortaya çıkmaz; elde edilir. Ve tek bir hamle ile elde edilmez; her gün yeni baştan kazanılmalıdır.
  • İçsel özgürlüğü kazanmanın temel adımı “kendini seçmektir. (Kierkegaard)
  • Kişinin evrendeki belirli bir noktada var olduğunun farkına vardığı ve bu varoluşun getirisi olan sorumluluğu kabul ettiği anlamına gelir. Nietzsche’nin “Yaşama İstenci” derken kastettiği budur; yalnızca kendini koruma içgüdüsü değil, kişinin kendisi olduğu gerçeğinin yanı sıra temel seçimlerini kendisinin yapmasına dair gerekliliği ve kendi kaderini gerçekleştirme sorumluluğunu üstlendiği gerçeğini kabullenme iradesi ki bu da kişinin kendi temel seçimlerini kendisinin yapması gerektiğini kabullenmek anlamına gelir. (160)
  • Yaşamayı seçmemek gibi bir eğilimin, kendilerini hasta bir yakınlarına bakmak yahut önemli bir işi tamamlamak gibi belirli görevlere adayan insanlarda bu duruma örnek olarak gösterilebilirler. Sanki yaşamak “zorundaymışlar” gibi devam ederler ve görev tamamlandığında, “başarı” elde edildiğinde sanki içsel bir karar alarak ölürler. (161)
  • Kişinin ölme özgürlüğü olduğuna göre yaşama özgürlüğü de vardır.
  • Kişi ebeveynlerinin onu dünyaya getirme kararının, büyüme sürecinin rastlantısal bir sonucu değildir ve yaşamını yalnızca sebep-sonuç çarkındaki sonsuz küçüklükte bir nokta olarak sürdürmüyor, bu sekilde evlenip, çocuk sahibi olup yaşlanıp ölmüyordur. Ölmeyi seçebileceği halde seçmediği için bu kararı takip eden tüm eylemleri de dolayısıyla yaptığı bu seçim sayesinde mümkün olacaktır. O halde her eylemin özel bir özgürlük bileşeni vardır. (162)
  • “Kim birkaç gün içinde ünlü olmak ister ki? Ben iyi yazmak istiyorum.” (Ernesrt Hemingway) Ve nihayetinde, bu kısmi intiharla birlikte, şöhretin esiri olmaktansa kendi amaçlarını açıklığa kavuşturarak potansiyellerini ortaya çıkarmanın, kendi doğrusunu arayıp bulmanın ve içsel bütünlüğünden gelen kendisine has katkılarını yapmanın verdiği mutluluğu hissederler. (163)
  • Kısmi intiharın olumlu bir yanı olduğunu ve bir tavrın yahut ihtiyacın ölmesiyle birlikte yeni bir şeyin doğabileceğini hatırlatmak istiyoruz.
  • Kişi bilinçli olarak yaşamayı seçtiğinde;
    1. Kendi kendine olan sorumluluğu yeni bir anlam kazanabilir. Hayatına karşı sorumluluğunu taşıması gereken bir yük olarak görmekten vazgeçip kendi seçtiği bir şey olarak görmeye başlayabilir. Düşünen her insan teoride özgürlük ve sorumluluğun el ele durduklarını fark eder, kişi özgür değilse bir tür otomat halini almıştır ve eğer kendi sorumluluğunu taşıyamıyorsa özgürlüğün sorumluluğunu üstlenemez.
    2. Dışarıdan gelen disiplinin artık özdisiplin halini almasıdır. Hayatına dair ne yapmak istediğini daha özgürce seçebileceği ve ulaşmak istediği değerler uğruna disiplinin gerekliliğini gördüğü için kabul eder.  Nietzsche buna “kaderini sevmek” derken Spinoza “hayatın kanunlarına itaat”ten bahsediyor. (165) 
6 YARATICI BİLİNÇ
  • İnsan “etik bir hayvan” dır; Etik muhakeme yapma kapasitesi –özgürlük, mantık ve insanoğlunun diğer evrensel özellikleri gibi- kendi benlik bilincine bağlıdır. (167)
  • Ailesinin bireylerini rastlantısal bir şekilde doğumdan itibaren kendini onlarla birlikte bulduğu için değil, sevilmeye değer olduklarını düşünüp onları sevmeyi seçtikleri için sever; çalışmaya devam etmesinin nedeni rutinleşmiş bir düzene uymak değil yaptığı şeyin değerine inanmaktır.
  • “Biçimi her nasıl olursa olsun inançla yönetilen her çağ kendi içinde görkemli, yüceltici ve verimlidir. (169)
  • Helenistik dönemin sonlanmasında ve ortaçağcılığın alacakaranlığında olduğu gibi tarihsel bir sürecin geçiş yahut parçalanma döneminde “inanç” da parçalanma eğilimi gösterir.
    • Toplumda nesilden nesle aktarılan inanç ve gelenekler bireysel canlılığı baskılayan bir kalıp, bir tür ölü biçim halini alır.
    • Canlılığın gelenekten koparak toprakta her yöne saçılan sıvılar gibi gücünü yitiren geniş çağlı bir isyan haline gelmesidir. (170)
  • Çağımızdaki ikilem de bir tarafta otoriter eğilimler, diğer taraftaysa yönsüz bir canlılığın arasına sıkışıp kalmadık mı?
  • İnsanların “”köksüzlük” sıkıntısı çekerek “denize düşen yılana sarılır” mantığıyla kendilerini güvende hissetmek için otoriteye ve yerleşik kurumlara sığınma eğilimi gösterdikleri konusunda herkes benimle hemfikir olacaktır.  (170)
  • Son birkaç yıldır “dine dönüş”ten çok daha farklı yeni bir hareket oluşmaya başlamış durumda. Birçok entelektüel ve duyarlı insan kültürlerin dinsel ve ahlaki geleneklerden kopmaya başladığı ve değerlerin yeniden keşfedilmesi gereken bir çağda İşaya,Eyüp, İsa, Buda, Lao-tzu’da çok önemli bir şeyin eksik olduğunun ayırtına gitgide daha çok varmaya başladı. Artan bir ilgiyle geçmişin ahlaki ve dinsel bilgeliğine dönmeye başladılar. (172) 
Adem ve Prometheus
  • İnsan ahlaklı bir hayvandır; ancak ahlaki farkındalık kazanması kolay değildir. İnsanın ahlaki yargılama gücü çiçeklerin güneşe dönmesi kadar doğal bir şekilde ortaya çıkmaz. Aksine, İçsel çatışma ve endişe pahasına kazanılır.
  • 1 ile 3 yaşları arasında, yani özfarkındalığın ortaya çıkmaya başladığı dönemde her insanın yaşadığı gelişim sürecini ilkel Mezopotamya insanına basit bir şekilde aktarmaktadır. Bundan önceki dönemde birey, ana rahminde geçen süreyi ve ebeveynler tarafından bakılarak rahat bir hayat sürdüğü ilk bebeklik çağını sembolize eden Cennet Bahçesi’nde yaşamaktadır. (174)
  • “Masumiyet”in kaybı ve ahlaki hassasiyetin belirmesiyle efsane kişinin benlik bilinci, endişe ve suçluluk duygusunun ağırlığını sırtlandığını göstermektedir. (174)
  • Bilgisizliği kabullenmek bilgeliğin ilk adımıdır ve insanoğlu ancak alçakgönüllü ve dürüst bir şekilde bu kısıtlamalarını itiraf ettiği müddetçe güçlerini yaratıcı bir şekilde kullanıp sınırlarını aşabilir. (Sokrates) (177)
  • Benlik bilinci geliştirmemek dolaylı yoldan ödüllendirilir. Bu durum soru sormadan itaat etme eğiliminin artması ya da kişisel sorumluluğun en aza inmesinin istenmesinde farksızdır. (179)
  • Hayatını etrafında kurabileceği birtakım değerlerin arayışında olan günümüz insanı bunun basit bir yolu olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır. Nasıl ki özgürlük ve seçme sorumluluğu ağır bir yük haline geldiğinde ebeveynlerine sığınması sağlıklı bir durum değilse, benzer şekilde onu kurtaracak olan şey “dine dönmek” de değildir. Ne de olsa ahlakla din arasında, ebeveynlerle çocuk arasındakine benzer bir ikili ilişki vardır. (181)  
Din – Bir Güç Kaynağı Mı? Yoksa Zayıflık mı?
  • Bilim duygusal güvensizlik ve şüpheden kaçarak sığınılabilecek katı, doğmatik bir inanç ya da gerçekliği arayan zihin açıcı bir uğraş olarak görülebilir. Gerçekten de toplumumuzun zeki çevrelerinde bilime olan inanç daha fazla kabul gördüğünden sorgulama olasılığı da o denli azdır, hatta günümüzde belirsizliklerden kaçmak için bu inana dine kıyasla daha sık başvurulmaktadır. (184)
  • Salt itaat etmek bireyin ahlaki farkındalığıyla içsel gücünün gelişimine ket vurur. Uzun bir süre boyunca dışsal gerekliliklere itaat eden kişi ahlaklı, sorumlu seçim yapma gücünü yitirir. Bu kişilerin iyilik ve mutluluğa ulaşma güçleri de böylelikle azalır. (188)
  • İtaat ahlakı”, yani “benliği başkasına tabi kılarak iyiliğe erişmeye” atfedilen önemin modern kültürdeki gücünü nereden aldığına daha yakından baktığımızda bu kişilerin tam olarak nelerden vazgeçmek zorunda kaldıklarını daha somut bir şekilde görebiliriz. Bu durum modern biçimini son 400 yılda gelişen sanayileşme ve kapitalizmden almaktadır. (189)
  • Kitlesel sanayi devriminin değişen ekonomik düzenine alışmaya çalışan işçi grupları, kuzgunlar tarafından beslenen Elijah’dan farklı olarak maaş çeklerinin tanrıdan gelmeyeceğini fark ederek sendikalar aracılığıyla uygun maaşlar almak için baskı uygulamaları gerektiğini öğrenmişlerdir. (190)
  • Dindar insanların mali güvencelerini sağlamak için herhangi bir girişimde bulunmamaları da toplumumuza yerleşmiş olan ve kişi “iyi” olduğu takdirde maddi güvencenin bir şekilde otomatikman sağlanacağı yönündeki varsayımın, yani Tanrı’nın size göz kulak olacağına dair inançla yakın ilişkisi olan varsayımın kanıtlarından biridir. (190)
  • Kişi insanların başkalarının otoritesi altında olmaları gerektiğine inanıyorsa bakılmak için kendinden daha güçlü insanlara itaat etmekle kalmaz, kendinden daha düşük seviyedeki başka insanlara bakmayı –ve onların üzerinde gücünü kullanmayı- 1görev” sayar.
  • Dinsel bağımlılıkla beslenen bir eğilim de kişinin kendi değerini, prestijini ve gücünü başkalarıyla özdeşleşerek hissedebilmesidir. Genellikle papaz, haham, psikopos ya da prestij ve güç anlamında hiyerarşik olarak daha üst konumda olan idealleştirilmiş figürlerle yapılan bir özdeşleşmedir. Bu eğilim de dinle sınırlı değildir; iş dünyasında, politika ve toplum hayatının farklı yerlerinde rastlanabilir. (191)
  • Tanrı’ya sığınma sebebi dehşet ve yalnızlıktan kaçma ihtiyacı olduğunda din insana olgunluk yahut güç kazandırmaz. Teolojik bir bakış açısıyla yazan Paul Tillich, açık bir şekilde yüzleşmedikçe umutsuzluk ve endişenin asla aşılamayacağını belirtir. Olgunluk ve yalnızlığın üstesinden gelebilmek ancak yalnızlığın cesurca kabullenmesiyle mümkündür. (193)
  • Kişi, bakılma talep etmeyebilecek bir hale geldiğinde, tek başına ayakta durabilme cesaretine sahip olduğunda otorite sahibi biri gibi konuşabilir.
  • “Tanrıyı çok seven kimse O’nun tarafından sevilmeyi beklememelidir. Bu sözler erdemin mutluluğa dair bir hak iddiası değil mutluluğun kendisi olduğunu; Tanrı sevgisinin başlı başına bir ödül olduğunu, güzellik ve doğruyu onları seven sanatçının, bilim insanının ya da filozofun kredisini arttırdığından değil iyi oldukları için sevdiğimizi bilen bir insana aittir. (193)
  • Dinin, kişiyi kendi onuru ve değeri bağlamında güçlendirdiği, hayattaki değerlerini olumlaması için ona güven duygusu verdiği ve kendi etik farkındalığı, özgürlüğü ve kişisel sorumluluğunu kullanıp geliştirmesine yardımcı olduğu müddetçe yapıcı bir kavram olduğudur. Dinsel inanç yahut dua gibi uygulamalar kendi başlarına “iyi” ya da “kötü” olarak nitelendirilemezler. İrdelenmesi gereken soru bu inanç yahut uygulamaların kişiyi kendi özgürlüğünden ve “birey” olmaktan ne kadar uzaklaştırdığı, yahut kendi sorumluluklarıyla etik gücünü kullanması yönünde ne denli güçlendirdiğidir. (195)

Geçmişi Yapıcı Kullanımı
  • “Atalarından aldığın her ne varsa, kendinin kılmaya çabala” Goethe
  • Yetişkin kimse birey olarak belli ölçüde bir özgürlük ve kişilik kazandıkça içinde yaşadığı toplumun geleneklerindeki bilgeliği edinerek kendinin kılmak için bir temel oluşturabilir. Eğer bu özgürlük yoksa gelenekler kişiyi zenginleştirmek yerine kısıtlar. Uyulması gereken içselleştirilmiş bir dizi kural halini alabilirler fakat kişinin birey olarak içsel gelişiminde yapıcı bir etkileri olmayacaktır. (196)
  • Tarih sosyal ve müşterek bedenimizdir: onun içinde yaşar, hareket eder ve var oluruz; Kendimizi ondan kesip ayırmanın, onu önemsememenin, “Bedenim Palavradır” demekten farkı yoktur. (196)
  • Geleneğin gücü altında ezilen, onun varlığına dayanamayan ve dolayısıyla ya ona uymaya, ya da kendilerini ondan koparıp ana isyan etmeye çalışanlar kendi kişisel kimlikleri zayıf olan kimselerdir. (197)
  • Kişi kendi deneyiminin derinliklerine daldıkça tepki ve üretimleri de o denli özgünleşir.
  • Kişi tarihsel geleneklerindeki deneyim ve biriktirilmiş bilgiye yüzleşebildiği derinlik ölçüsünde kendini tanır ve kendisi olabilir. (198)
  • Gelenek benden ne bekliyor? Geleneği otoriter bir kullanıma dönüştürmektedir. Gelenek yalnızca kendi canlılık ve yaratıcı içgörüsünü bastırmakla kalmaz, aynı zamanda kendi seçimlerine dair sorumluluklarından da kaçmanın bir yöntemi halini alır.
  • Gelenek bana insan hayatı, özellikle de içinde bulunduğumuz dönem ve yaşadığım sorunlarla ilgili neler söyleyebilir? Tarihsel süreç boyunca biriken geleneği kendini bir birey olarak zenginleştirip yolunu bulabilmek amacıyla kullanılıyordur. (198)
  • Dinsel gelenekteki devralınan bilgelikle yaratıcı bir ilişki kurabilmek için gerekli olan şeylerden biri de dinsel tartışmayı “Tanrı’ya olan inanç” gibi sorunlu biçimlerden uzaklaştırmaktır.
  • Her şeyin mekanik ve fiziksel bilimlere düzgün bir şekilde uyan yöntemlerle kanıtlanması gerektiğini varsayma eğilimine gireriz. Tanrı’yı diğer varlıkların üzerinde bir varlık olarak cennet denen yere yerleştirmek çelişkilerle dolu, çağ dışı bir bakış açısıdır ve aksi kolaylıkla ispat edilebilir. Tanrının varlığını onaylamak da en az inkâr etmek kadar ateistik bir davranıştır. Tanrı bir varlık değil, varlığın kendisidir. (Paul Tillich) (199)
  • Dini hayatın bir anlamı olduğuna dair bir varsayım olarak tanımlıyoruz. “Din yahut din eksikliği birtakım entelektüel ya da sözel formülasyonlarla değil, kişinin hayata sağladığı uyumla gösterilebilir.
  • Kişinin dinsel tavrı insanın uğruna yaşaması yahut ölmesini gerektirebilecek değerler olduğuna inandığı noktada mevcuttur. (199)
  • Dinin psikolojik olarak kişinin kendi varlığıyla ilişki kurabilmesi anlamına geldiğinin altını çizmek istiyoruz;
  • Dinsel ya da bilimsel gerçekliğe dair katı bir görünüşe sahip olanlar daha dogmatik bir hal alarak hayret etme/hayran olma kapasitesini yitirirler; kendi özgürlüklerinden vazgeçmeden “atalarının bilgeliğini edinen” kimselere hayretin/hayranlığın onlara keyif verdiğini ve hayatın anlamına dair görüşlerini sağlamlaştırdığını görürler. (200)
  • İsa’nın çocukların tavırlarına dair yüksek beğenisinin altında hayranlığın önemi yatmaktadır: “Küçük çocuklar gibi olmazsanız Göklerin Krallığı’na asla giremezsiniz. “Çocukluk” ya da “gelişmemişlik” ile hiçbir ilgisi yoktur; Çocukların hayret etme/hayran olma becerilerine yapılan bir atıftır. Çoğu yetişkin ve yaratıcı bireyde mevcuttur. Hayranlık / hayret sinizim ve sıkıntının karşıtıdır; kişinin yüksek bir canlılık seviyesine sahip, ilgili, beklentileri olan ve karşılık veren bir yapısı bulunduğunun işaretidir. Sürdürmesi kolay bir tavır değildir.
  • “Hayran olma becerisi çabuk söner” (Joseph Wood Krutch) (201)
  • Hayranlık/hayret, kişinin hayatta en fazla anlam atfetdip değer verdiği şeyin bir getirisidir. Her ne kadar zaman zaman trajik bir dramı takip etse de aslında olumsuz bir deneyim değildir; zira temelinde hayatın genişlemesidir ve hayranlığa eşlik eden genel duygu neşedir.
  • “İnsanın ulaşabileceği en yüksek mertebe hayranlıktır.” (Goethe) (201)
  • Hayranlık/hayret aynı zamanda alçakgönüllülükle dirsek temasındadır. Burada kastedilen kendi yaratıcı çabalarıyla bir şeyler verebildiği gibi “verileni” de kabul edebilen zihni zengin kişilerin alçakgönüllülüğüdür. (201)
  • Zarafet “bahşedilen” bir şey, ortaya çıkan yeni bir uyum halidir ve her zaman insanın “kalbini hayranlıkla doldurur.” (202)
  • Kişinin kendini yaratıcı coşkuya, sevilen kişiye ya da dinsel inanca teslim etmesi toplumumuzda sıklıkla rastlanan yanlış bir kanıdır. 
  • Herhangi bir sanatçı ya da müzisyen –sözüm ona “kendinden geçerler”- size yaratıcılık deneyimi esnasında farkındalıklarının arttığını ve yoğun bir faaliyet içine girdiklerini söyleyecektir. Bu durumu cinsel ilişkiye benzetecek olursak “kendini verme” durumu eriksiyon, hareket ve dolayısıyla herhangi bir ilişki olmadan cinsel ilişkiye girme şeklinde ifade edilebilir. Tepkisellik dahi canlı olmayı gerektirir.  (202)
  • Herhangi bir deneyim zarafeti yahut verdiği keyif kişinin söz konusu etkinliğe katılımıyla doğru orantılıdır.
  • Vicdan genellikle geleneğin içimizde olumsuz ifadeler sarf edip duran sesi şeklinde algılanır. Bu durumda vicdan kişinin faaliyetlerini kısıtlar.
    • “Sınıfa gitmek istemediğinizde vicdanınız sizi gitmeniz gerektiğine zorlar” Vicdan kişinin yapmak istediği şeye karşı duruyordu ve bir tür bekçi ya da kamçı görevi üstlenmişti. Asıl önemli olan vicdanını dersten alabileceğinin en fazlasını almasını sağlayacak bir rehber ya da öğrenip çalışma anlamında kendi amaç ve hedeflerinin yükselen sesi olarak görmeye hiç değinmemesidir.(203)
    • Vicdan daha ziyade, gelenek ve anlık deneyimin birbiriyle çatışması değil, kişinin kendi içgörüşü, ahlak hassasiyeti ve farkındalıklarının derinliklerine erişebilme kapasitesidir. (203)
    • Vicdanın olumlu yönleri; bireyin kendi içinde bulunan bilgelik ve içgörüye ulaşmasını sağlama ve artan deneyime uzanan yolda rehber görevini gören vicdan.
İnsanın Değer Biçme Gücü 
  • Toplumumuzdaki değerlerin kaybedildiğine dair tartışmada;
1.     Yeni değerler dizisi oluşturmak gerekli
2.     Geçmişten gelen aşk, eşitlik ve insanların kardeşliği gibi değerlerle ilgili sorun yok, bu değerleri hayatımıza geri kazanmak
Şeklinde görüş bildirdiler.
İki yaklaşımın da temel sorunu modern insanın olumlama ve ona inanma gücünü büyük ölçüde kaybetmiş olduğu gerçeğini es geçmesidir. 
  • Kişi değerlere dair kanılarını entelektüel tartışmalardan almaz. Hayatta gerçekten değer verdiği şeylerin hepsini birer gerçeklik olarak kabul eder. (205)
  • Etik yargı ve karar bireyin kendi değerlendirme gücünden kaynaklanmalıdır. Birey tüm benliğiyle onayladığı takdirde herhangi bir davranış biçimini kendi gerçekliğinin bir parçası yaparak hayatıyla ilişkilendirmeyi seçer. Değerlerin ancak bu şekilde kendi hayatı için bir etkisi ve inandırıcılığı olacaktır. (206)
  • Ezberden yahut kurallara uyarak hareket ettiğimizde nüaslara, yeni olasılıklara, her durumun bir diğerinden farklı oluşuna gözlerimizi kaparız. Kişi yapacağı eylemi seçtiğinde, hedefini kendi farkındalığıyla onayladığında eylemin bir inandırıcılığı ve gücü olacaktır, çünkü ancak o zaman kişi yaptığı şeye gerçekten inanacaktır. (206)
  • “Kimse değer biçmeden yaşayamaz; Değer biçmek yaratmaktır. Değer biçmenin kendisidir, tüm değer biçilmiş şeylerin değeri ve mücevheri. Değer biçmek sayesinde vardır değer. (207)
  • Özgür, spontan bir insan olarak çizilen her çizgi içinde zarafet ve ritim vardır. Çocukların kendi basit ve dürüst hislerini ifade edebildikleri resimlerin güzel olmasının sebebi budur. Güzellik kavramına dair algımızın altında evrenin ilkelerine olan uyum, denge ve ritim yatar; bunlar benzer şekilde beden ve benliğin farklı yönlerinin ritim ve dengesinin uyumunda da mevcutturlar. Fakat çocuk kopyalamaya, yetişkinlerden övgü almak için çizmeye ya da kurallara uymaya çalıştığında çizgileri katılaşır, kısıtlanır ve zarafet kaybolur. 
Cesaret, Olgunluğun Erdemi
  • Cesaret her dönemde insanoğlunun bebeklikten kişiliğini kazanmanın olgunluğuna uzanan zorlu yolu katedebilmesi için gereken en temel erdem olmuştur.
  • Cesaret kişinin kendi benliği ve olasılıklarıyla ilişki kurabilme yolu olarak kullanıyoruz. Kişi kendisiyle uğraşma cesaretini edindiğinde, her tür dışsal durumun getirisi olan tehditlerle çok daha sakin bir şekilde yüzleşebilir. 
Kendi Olma Cesareti 
  • Cesaret, kişi özgürlüğe eriştikçe ortaya çıkan endişeyle yüzleşebilme kapasitesidir. Farklılaşma ebeveyn bağımlılığının koruyucu ortamından çıkarak yeni özgürlük ve bütünleşme seviyesine geçmeye karşı duyulan istektir. (214)
  • Kişinin tanıdık çevreden çıkıp sınırlarını aşarak bilinmeyene doğru ilerlerken attığı her adımda cesarete ihtiyaç duyulur. (214)
  • Cesaretin zıttı korkaklıktan ziyade cesaret eksikliğidir.
  • Yaşadığımız çağın sorunu cesaretin karşıtı robotsu uymacılıktır.
  • İnsanların cesaretten yoksun olmalarının nedeni yalnız kalmak ya da “sosyal tecride”, yani alaylara, kahkahalara veya dışlanmaya maruz bırakılmaktır. Toplumsal olarak dışlanan ve kabile üyelerince yokmuş gibi davranılan insanların sonunda öldükleri durumlar gözlenmiştir. (215)
  • Tüm yaratıcı ilişkilerin temelinde cesaret vardır. (216)
  • Her özgün yaratıcılık eylemi daha yüksek bir öz farkındalık düzeyi ve kişisel özgürlüğe erişmek anlamına gelir.
  • Cesaret yalnızca kişi zaman zaman kendi özgürlüğüne dair kararlar verirken değil, özgür ve sorumlu bir birey haline gelebilmek için benliğini inşa ederken verdiği tüm kararlarda da gereklidir.
  • Galileo, Engizisyon’un karşısında düşüncelerinden ödün vererek dünyanın güneşin etrafında döndüğüne dair fikrini değiştirmeyi kabul etti. Fakat asıl önemli olan içsel anlamda özgür kalmaya devam ettiğidir. Galileo bu sayede çalışmalarına devam edebildi.
  • İçsel özgürlüğü korumak ve içimizde yeni yerler keşfetmek üzere çıkılan yolculuğa devam etmek, dışsal özgürlük için muhalif bir duruş sergilemekten daha fazla cesaret gerektirir. (220)
  • Çocuğun ebeveynlerinin onaylamadığı bir şeyi yapmaya cesareti olup olmaması, bilinçsizce üstlendiği rolün kendi çıkarlarını korumak mı yoksa itaatkâr bir şekilde “zayıfı oynayarak” herkesçe sevilmek mi olduğuna bağlıdır. (220)  
  • Ölümü göze almak kendi varlığından daha yüce bir değere adanmışlık ve bununla birlikte gelen gerektiğinde hayatından vazgeçebilme cesaretidir. (220)
  • Kişinin cesaretini geliştirme sürecindeki en büyük engel kendi içinde sahip olduğu güçlerden kaynaklanmayan bir hayatı benimseme zorluğundandır. (221)
  • Aşırı korunan bir çocuk cesaret duygusunu geliştiremiyorsa, hırçınlık yahut zorbalık eğilimleri gösterebilirler.
  • Ne aşırı korunmaya ne de öne sürülmeye, sadece kendi güçlerini geliştirip kullanabilmesine yardım edilmesine ve hepsinden önemlisi de ebeveynlerinin onu bir birey olarak görüp sahip olduğu değer ve özellikler için sevmelerine ihtiyacı vardır. (223)
  • Cesaret kişinin hassasiyetiyle özgüveninden kaynaklanır ve kendini küçük gören kimseler cesur değildir.
  • Kendini beğenmişlik ve narsisizm -yani övülmek ve beğenilmek için duyulan kompulsif (takıntılı düşünce) ihtiyaç- kişinin cesaretini baltalar, mücadeleye kendisinin değil bir başkasının görüşü için devam eder. (224)
  • Cesaretin ayırıcı özelliği kendi görüşlerinin arkasında durabilmektir. (225) 
Sevgiye Bir Önsöz
  • Bir erkekle kadın arasındaki cinsel sevgi genellikle iki duygunun bir karışımıdır.
    1. “Eros” yani ötekine duyulan ve bireyin kendini gerçekleştirmesini sağlayan etmenlerden biri olan CİNSEL İSTEK
    2. Karşımızdaki insanın değeri ve öneminin onaylanmasıdır.
  • Sevmeyi öğrenmeye başlamak için en yapıcı yol nasıl sevemediğimizi görmektir. (228)
  • Bütünlüğe ulaşmanın başlıca sorunu, hatta kurtuluşumuzun anahtarı kendimizi sevmeye ve sevilmeye açabilmektir.
Mayıs/2015

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder