KENDİNİ ARAYAN İNSAN (Rollo May)
MODERN
İNSANIN YALNIZLIĞI ve ENDİŞESİ
- İçinde bulunduğumuz çağda insanlar psikolojik
bozuklukları mutsuzluk, evlilik yahut meslek seçimi konusundaki
kararsızlıklar, hayata dair genel bir umutsuzluk ve anlamsızlık hissi gibi
çeşitli belirtilerle tanımlamaktadırlar.
- 20. yy başlangıcında, sorunların en yaygın nedeni
Sigmund Freud tarafından çok iyi bir şekilde tanımlanmıştı: kişinin
hayatın içgüdüsel, cinsel boyutuyla bunların sonucunda ortaya çıkan cinsel
dürtüler ve sosyal tabular arasındaki çatışmaları kabullenme güçlüğü
şeklinde tanımlamıştı. Otto Rank insanların o dönemde yaşadığı psikolojik
sorunların kökeninde aşağılık, yetersizlik ve suçluluk duyguları olduğunu
yazdı.
- 20. yy ortasında insanın en büyük sorununun boşluk
duygusu olduğuydu. İnsanların yalnızca ne istediklerini bilmemeleri değil,
ne hissettiklerine dair de hiçbir fikirleri olmayışınıdır.
- Onları destek almaya sevk eden şey duygusal
ilişkilerinin sürekli olarak ayrılıkla noktalanması, evlilik planlarını
bir türlü gerçekleştirememeleri yahut eşlerinin onları tatmin etmemesi
gibi şikâyetler olabilir. Aslında kendi içlerindeki bir eksikliği
gidermesini yahut bir boşluğu doldurmasını bekledikleri ve bu
gerçekleşmediği için endişeye ya da öfkeye kapıldıklarını açığa vuruyorlar.
(s18)
- Üniversiteden başarılı bir şekilde mezun olmak, iş
bulmak, aşık olup evlenmek ve bir aile kurmak aslında kendi istedikleri
şeyler değil de başkalarının, ebeveynlerin, profesörlerin, işverenlerin
onlardan bekledikleri şeyler olduğunun farkına varıyorlar. Kişi dışsal
hedeflerin peşinde koşmanın kendisine bir fayda sağlamayacağının farkına
varır. Ancak bu farkındalı işi güçleştirmekten başka işe yaramaz, zira kendi
hedeflerine dair bir fikre yahut gerçeklik hissine sahip değildir.
- Günümüz insanının terapiye getirdiği cinsel sorunlar
çoğu zaman sosyal baskılardan ziyade cinsel partnere yönelik güçlü
duygulardan kaynaklanan iktidar ya da kapasite eksikliği gibi içsel
sorunlardır. (s19)
- Geleceğe dair güvensizlik, yani insanın nasıl bir
plan yapacağını bilmemesi ve kendini çaresiz hissetmesine şaşmamalı.
- Günümüzün tipik Amerikan karakteri, diye devam
ediyor Riesman, Göze çarpmak değil “uyum sağlamak” istiyor; kafasında başka
insanların kendisinden neler beklediğini tekrarlayıp duran bir radarla
dolaşıyor gibi. Bu radar dürtü ve talimatları başkasından alıyor; tıpkı
kendini bir aynalar toplamı gibi tanımlayan adam gibi tepki verebiliyor
ama seçim yapamıyor; kendine özgü bir dürtüsü yok. (s22)
- Boşluk
duygusunun psikolojik kökeni nedir? Boşluk duygusu genellikle insanların,
hayatlarına yahut içinde yaşadıkları dünyaya ilişkin etkili bir şey
yapmaktan aciz olmalarını hissetmelerinden kaynaklanır. İçsel boşluk
duygusu kişinin yılların birikimiyle hayatına yön verme, başka insanların
ona olan davranışlarını değiştirme yahut içinde bulunduğu dünyayı etkileme
gücünün olmadığına dair inancının bir sonucudur. Böylelikle günümüzde pek
çok insan gibi derin bir çaresizlik ve anlamsızlık hissine kapılır.
İstekleriyle hisleri gerçek anlamda bir fark yaratamayacağı için çok
geçmeden istemek ve hissetmekten vazgeçer. Duyarsızlık ve hissizlik de
endişeye karşı birer savunma yöntemidir. (s27)
- Erich Fromm, günümüz insanının artık kilise yahut ahlaki kuralların yetkisi altında değil de kamuoyu gibi “anonim otorite” e bağlı yaşadıklarını belirtmiştir. Otorite halkın kendisidir, fakat bu halk aslında yalnızca başkalarının kendisinden neler beklediğini öğrenmek için kendi radarını kullanmaya çalışan çok sayıda bireyden oluşmaktadır. (s27)
YALNIZLIK
- Modern insanın bir başka özelliği de yalnızlıktır.
Bu duyguyu bir tür “dışarıda” olma, soyutlama şeklinde tarif ederler, daha
entelektüel olanlarsa dışlandıklarını ifade edebilirler. (s28)
- Yalnız olmadıklarının bir kanıtı olarak davet
edilmek önemlidir. Yalnızlık çoğu insan için öylesine güçlü ve acı verici
bir tehdittir ki tek başına olmanın pozitif yanlarını algılayamazlar ve
hatta kimi zaman yalnız kalma ihtimalinden korkarlar.
- Çoğu insan “yalnız olduklarını anlama korkusundan”
mustariptir. (Andre Gide)
- Boşluk ve yalnızlık temel endişe deneyiminin iki
ayrı evresidir. (s29)
- Kişinin kendisini boş yahut endişeli hissettiğinde
bir insanın arkadaşlığına gereksinim duyar.
- İnsanın birey olma deneyimini yalnızca kendisini
başka insanlarla ilişkilendirdiğinde yaşaması ve yalnız kaldığında bu
birey olma deneyimini yitirmekten korkmasıdır.
- Biyososyal bir memeli olan insanoğlu çocukluk
döneminde anne ve babasının yalnızca bakımına muhtaç olmakla kalmaz;
kendini hayatın içinde yönlendirme becerisinin temelini oluşturan benlik
bilincini de erken dönemdeki bu ilişkiler sayesinde edinir.
- Yalnızlık hissinin bir başka önemli nedeni de
toplumumuzun sosyal kabul görmeye verdiği değerdir. Bu endişemizi azaltmak
için yahut bir prestij işareti olarak başvurduğumuz başlıca yöntemlerden
biridir. Dolayısıyla, sonsuza dek aranan ve asla yalnız kalmayan biri
olarak “toplumsal başarıya” ulaştığımızı kanıtlamamız gerekir. (s30)
- Beğenilmemek yarışta kaybetmek anlamına gelir. Kişi
beğenildiği taktirde mali başarı ve prestije de ulaşacağına inanılıyor.
(s31)
- Modern insanın yalnızlığının diğer yüzüyse yalnız
kalmaktan duyduğu derin korkudur.
- Bir kimse zamanının çoğunu yalnız geçiriyorsa
insanlar onun başarısız olduğunu düşünme eğilimindedirler, çünkü akılları
yalnız kalmayı seçebileceğinizi anlamaz.
- Günümüz toplumunda insanın birtakım yerlere davet
edilme ya da çağırdıkları kişinin davete katılmasını isteme ihtiyaçlarının
altında da yalnız kalma korkusu yatar. (s31)
- Sessizlik büyük suçtur, çünkü sessizlik yalnızlığı
anıştırır ve korkutucudur.
- İnsan söylediklerine kafayı fazla takmamalı yahut
onlara fazla anlam yüklememelidir.Sanki anlamaya çalışmadığınızda
söyledikleriniz daha etkili olur. (s33)
- Yalnız kalma korkusunun temelinde kendimize dair
farkındalığımızı yitirme endişesi vardır.
- Kişinin uyum sağlama yöntemleri tehdit altına
girdiğinde ve çevresinde başka insanlar olmadığında o kişi kendi içsel
kaynaklarına ve içsel gücüne başvurmak zorundadır ve işte modern
insanların gelişmeyi es geçtikleri şey de budur. (s35)
- Sosyal kabul görmek, bir başka değişle “beğenilmek”
yalnızlık hissini uzak tuttuğu için son derece güçlüdür.
- Ne kadar “birbirlerine yaslansalar” da bu “doldurulmuş insanlar” önünde sonunda daha da yalnızlaşmaya mahkümdurlar; ne de olsa içi boş insanlar sevmeyi öğrenmelerini sağlayacak bir temelden mahrumdurlar. (s35)
ENDİŞE VE BENLİĞE TEHDİT
- Bireyler uzun bir süre boyunca aralıksız endişeye
maruz kaldıklarında bedenleri psikosomatik hastalıkların hedef tahtası
halini alır.
- Gruplar atılacak ortak ve yapıcı adımlar konusunda kararsız bir şekilde aralıksız endişeye maruz kaldığında, grup üyeleri önünde sonunda birbirlerine düşeceklerdir. (s38)
ENDİŞE NEDİR?
- Korktuğumuzda bizi neyin tehdit ettiğini biliriz,
içinde bulunduğumuz durum bizi harekete geçirir, algılarımız keskinleşir
ve tehlikenin üstesinden gelmek için kaçmayı ya da başka uygun yöntemlere
başvurmayı deneriz.
- Endişe “yakalanma”, “şaşkına dönme” hissidir ve
algılarımız keskinleşmek yerine daha bulanık ve belirsiz bir hal alır.
(s41)
- Endişenin yoğunluğu az ya da çok olabilir. Bu önemli
biriyle buluşma öncesinde ortaya çıkan hafif bir gerginlik hissi ya da
geleceği belirleyecek bir sınav öncesinde kişinin başarılı olmaya yetecek
kadar hazırlanıp hazırlanmadığından emin olmadığında kapıldığı korku
olabilir.
- İnsanlar endişeyi farklı şekilde deneyimler: içimizin
“kemirilmesi”, göğsünüzün sıkışması, genel bir şaşkınlık hali olabilir;
kimileriyse sanki tüm dünya aniden kararmış veya üzerlerinde büyük bir
ağırlık varmış ya da kaybolduğunu fark eden çocukmuş gibi hissederler.
(s41)
- Endişe bizi benliğimizin “özünden” vurur; birey
olarak varlığımız tehdit altına girdiğinde hissettiğimiz duygudur.
- Deneyimin niceliği değil niteliği onu endişeye
dönüştürür.
- Ölüm tehdidi endişenin en sık karşılaşılan
simgesidir. Ancak yaşadığımız modern çağda kendimizi bir namlunun ucunda
ya da başka bir şekilde ölüm tehdidi altında bulunduğumuz pek olmuyor.
Endişemizin büyük bir kısmı birey olarak varlığımıza ilişkin önem
verdiğimiz değerlerimizin tehdit altına girmesinden kaynaklanıyor. (s42)
- Günümüz toplumunda en büyük endişe kaynakları
beğenilmemek, dışlanmak ya da onaylanmamaktır.
- Normal endişe kaçınılmazdır; içtenlikle
kabullenilmesi gerekir. (s43)
- Diyelim ki genç bir adam, bir müzisyen, ilk
buluşmasına giderken anlam veremediği nedenlerden ötürü kızdan çok
korkuyor. Sonrasında sorundan kurtulmak için hayatından tamamen kadınları
çıkarmaya yemin edip kendini müziğe adıyor. Başarılı bir müzisyen
olduğunda iletişim kurması gereken kadınlardan korktuğunu fark ediyor. Bu
denli korkmasını gerektirecek nesnel bir sebep bulamıyor. Yaşadığı bu his
nevrotik endişe, yani yüzleştiği gerçek tehlike ile orantısız bir endişe
hali ve bunun nedeni bilinçaltında kendi kendiyle yaşadığı çatışma.
- Nevrotik endişenin büyük çoğunluğu bilinçaltına
yerleşen psikolojik çatışmalardan kaynaklanır. Bilinçaltındaki bu
çatışmalar genellikle kişinin geçmişinde kalan ve kendini yüzleşecek kadar
güçlü hissetmediğinde bir tehdit
sonucunda ortaya çıkar. Başa çıkmanın yolu kişinin korktuğu o asıl
deneyimi ortaya çıkarıp ardından normal endişe yahut korku hisleriyle mücadeledeki
yöntemleri uygulamaktır. Ağır nevrotik endişe vakalarında psikoterapi
desteği almaktır. (s44)
- Kişinin endişe
ile öz farkındalığı arasındaki ilişki; Endişe insana aklını
karıştırarak geçici bir süre nerede ve kim olduğunu unutturmasına neden
olarak gerçekliğe dair algısını bulandırır.
- Endişe özfarkındalığımızı yok ediyorsa, kendimize
dair farkındalığımız endişeyi yok edebilir. Kendimize dair algımız
güçlendikçe endişeye karşı durup onu altetme olasılığımız da o denli
artar. (s45)
- Nevrotik endişe doğanın bize çözmemiz gereken bir
sorunumuz olduğunu gösterme yöntemidir. İçsel gücümüzü toplayıp
karşılaştığımız tehditle savaşmaya zorlayan bir kalk borusudur.
- Karşılaştığımız güçlüklerin üstesinden gelme umudumuzun yittiğine işaret edecek tek şey umursamazlığa teslim olarak endişemizle yapıcı bir şekilde yüzleşmeyi beceremeyişimiz olur.
HASTALIĞIMIZIN KÖKENLERİ
- Rönesana’tan sonraki modern dönem boyunca süregelen iki
temel inanış;
- Bireysel
rekabete verilen değer; Kişinin kendi ekonomik çıkarları ve zengin olmak
için ne kadar mücadele verirse içinde yaşadığı toplumun madi gelişimine de
o denli katkıda bulunduğuna inanılıyordu. (Serbest piyasa
eknomisi=Laissez-faire) (s47)
- Rekabetçi girişim arayışı altın çağında gerçekten
harika ve cesur bir fikirdi. 19. Ve 20. yy önemli değişimler oldu. Tekelci
kapitalizm ortamında kaç kişi bireysel rekabette başarılı olabilir?
- İşçilerle, kapitalistlerin profesyonel çalışanlarla
iş adamlarının artık dernekler y ada sanayi veya üniversite toplulukları
gibi büyük gruplara dahil olmaları gerekiyor, zira aksi takdirde ekonomik
anlamda hayatta kalmalarının imkanı yok. Bize yanımızdaki adamın önüne
geçmeye çabalamak öğretildi, ancak günümüzde başarı daha ziyade iş
arkadaşlarımızla uyumlu çalışmayı öğrenme becerimize bağlı. (s48)
- Bireysel çaba ve insiyatifin kötü bir şey olduğunu
söylemiyoruz. Bireylerin kendilerine özgü güç ve becerilerinin kolektivist
bir uyum çanağında yitip gitmektense yeniden keşfedilerek topluma fayda
sağlayacak çalışmalara temel oluşturabilmesini sağlamaktır. (s48)
- Bilim ve diğer alanlardaki gelişmelerin hem kendi
ulusumuzda hem de tüm dünyada bizi birbirimize çok daha bağımlı getirdiği
20. yy bireyselliğin “her koyun
kendi bacağından asılır” deyiminin ötesine geçmesi gerektiğidir. (s48)
- Yaşadığımız modern çağın temel inanışlarından biri
de bireysel akla olan inançtır.
- 19. yy da Akıl psikolojik olarak “duygu” ve “irade”
den ayrıldı.
- Freud’un yetkin bir şekilde betimlediği baskılar ve
içgüdü, ego ve superego arasındaki çatışmalara yol açtığını görürüz.
Spinoza 17 yy da akıl kelimesini kullandığında hayata karşı takınılan ve
zihnin duygularla etik amaçlar ve “insanın bütününün” diğer yönlerini
birleştirdiği bir tavrı kastetmişti. Oysa günümüzde insanlar “Akılcı bir
yol mu izleyelim, yoksa duygusal tutku ve ihtiyaçlarıma boyun eğmeli ya da
etik görevlerime sadık mı kalmalıyım?”
- Çoğu insanın ideal olarak kabul ettiği değerlerin
etik hümanizm ve Yahudi-Hristiyan geleneklerinin birleşimiyle ortaya çıkan
ve “komşunu sev”, “topluma hizmet et” gibi ahlaki kurallar olduğu şüphe
götürmeyen bir gerçek. (s51)
- Okulda daha iyi notlar almak, adının arkasına yıldız
koydurmak gerekse de ekonomik anlamda başarılı olarak refaha erişmek
şeklinde olsun, diğer insanların bir adım önüne geçme fikrine verilen önem
komşularımızı sevme olasılığımızı büyük ölçüde ortadan kaldırmakta. (s52)
- Dünyamız bilim ve sanayi alanındaki gelişmelerle
artık “tek dünya” halini almışken bireysel rekabetçiliğe önem vermek saçma
bir durum.
- Ekonomik kalkınma neden insanların karşısında yer
almak zorunda ve akıl neden
duyguların karşısında duruyor? İçinde bulunduğumuz dönem gibi
değişimlere gebe zamanların karakteristik özelliği herkesin yanlış
soruları yöneltmesidir. Eski amaçlar, kıstaslar, ilkeler hala zihinlerimiz
ve “alışkanlıklarımız” ın bir parçasıdır. Çoğu insan onları asla doğru
yanıta ulaştırmayacak sorular sorarak hüsrana uğruyordur ya da birbiriyle
çelişen yanıtların arasında kayboluyordur. Akıl” sınıfta, “duygular” sevgiliyle vakit
geçirirken, “irade gücü” sınava hazırlanırken, dinsel görevlerse cenaze ve
Paskalya (dini bayramlarda) günlerinde devreye girer. Değer ve amaçların
bu şekilde kompartımanlara ayrılması kişiliğin bütünlüğünü son derece
hızlı bir şekilde baltalar ve hem içsel hem de dışsal anlamda “paramparça”
olan kişi ne yöne gideceğini bilemez. (s53)
- Cezanne 19 yy yapay ve duygusal sanata saldırarak
sanatın hayatın dürüst gerçekleriyle ilgilenmesi gerektiğini ve güzelliğin
dış görünüşten ziyade bütünlükle ilgili olduğunu gösterdi.
- Freud insanların duygularını bastırıp cinsellik ve
öfke yokmuş gibi davrandıkları takdirde nevroza kapılacaklarını işaret
etti. Kişilikte bastırılarak derinlerde kalan bilinçaltına dair o “usdışı”
katmanları açığa çıkarmak için yepyeni bir yöntem geliştirerek insanın
düşünen-hissede-arzulayan bir bütün haline gelmesine yardımcı oldu. (s53)
- 20 yy ortalarında gerek peygamberler, Soren
Kierkegaardi, Friedrich Nietzsche ve Franz Kafka her biri içinde
bulunduğumuz çağda değerlerin altüst olacağını 20 yy da yalnızlık, boşluk
ve endişenin bizi sarıp sarmalayacağını öngördü. Her biri geçmiş zamanın
hedefleri peşinde koşamayacağımızı anladı. (s54)
- Friedrich Nietzsche 19 yy da bilimin bir fabrikaya
dönüştüğünü ve teknik konulardaki bu ilerleyişin etik ve özkavrayışa da
yansımadığı takdirde insanın nihilizme (hiçlik) kapılacağını söyledi.
(s54)
- Nietzsche, alışagelmiş tanrı inancına geri dönüş
çağrısı yapmıyor., fakat özündeki değerleri yitiren bir toplumda neler
olacağına işaret ediyor. 20 yy ortalarındaki katliamlar, soykırımlar ve
zorbalıklar kehanetinin doğru çıktığının birer kanıtı. Çıkış yolu, yeni
merkezi değerler yaratmak.
- Hedeflerimizi yapıcı bir şekilde seçerek ne yöne gitmemiz gerektiğini bilmemenin yarattığı acı verici şaşkınlık ve endişenin üstesinden gelmemize olanak sağlayacak yeni merkezi henüz bulabilmiş değiliz. (s55)
Benlik Bilincinin Yitimi
- Hastalığımızın kökenlerinden bir diğeri de insanoğlunun
değer ve saygınlığına dair hislerimizi yitirmemiz. (s56)
- 1920’li yıllarda bireyin gücüne dair sağlam bir
inanç varmış gibi görünse de insanoğluna değil yöntemler ve aletlere
duyulan inanç sağlamdı. Benliğe dair aşırı basitleştirilmiş mekanik görüş
gerçekte bireyin haysiyeti, karmaşıklığı ve özgürlüğüne dair bir inanç
eksikliğinin işaretiydi.
- Totaliter akımlar ve Büyük Buhran gibi kontrol dışı
ekonomik depremler karşısında kendimizi birey olarak giderek daha ufak ve
önemsiz hissetmeye başladık. (s57)
- Otoriterizmin giderek kabul görmesinin nedeni çok
sayıda insanın bu fikre inanması değil de kendilerini, birey olarak güçsüz
ve endişe içinde hissetmesidir.
- Birçok insan davranışlarının değerini davranışın
kendisiyle değil de bu davranışın nasıl kabul gördüğüyle ölçüyor.
- Pasif olan alıcı kendisine yöneltilen şeyi başarılı
ya da başarısız kılacak güce sahip. Dolayısıyla biz de hayatta birey
olarak yaşayıp davranmaktansa oyuncu olma eğilimine katılıyoruz. (s60)
- Cinsellik bağlamında bir örnek; Erkeğin cinsel
ilişkiye girerken kadına “lütfen doyuma ulaş” diye yakarmasından farksız
ki her ne kadar bilinçli olmasa da bu tavır modern toplumumuzdaki erkekler
arasında fark edildiğinden daha yaygın. Salt kadını doyuma ulaştırmakla
ilgilenen erkeğin kendini tam anlamıyla ilişkiye veremediğini ve bu
durumun çoğu zaman kadının tam manasıyla doyuma ulaşmasına engel olur.
- İnsanın mizah anlayışının kendilik bilinciyle nasıl
yakından ilişkili olduğu genellikle fark edilmez. Mizah normalde benlik
bilincini koruma işlevi görmelidir. (s60)
- Kendinizi nesnel bir durum karşısında yitip gitmeyen
bir özne olarak algılamaya dair insana özgü kapasitemizin bir ifadesidir.
Kişinin benliği ile yüzleştiği sorun arasına “mesafe” koymasının sağlıklı
bir yöntemi, geriye çekilip soruna başka bir perspektiften bakmasının bir
yoludur.
- Kişi gülebildiği sürece endişe yahut korkunun esiri
değildir.
- İçten gelen mizah duygusunu yitirmedikçe (kendisine
dışarıdan bakıp, tam bir deli gibi davrandım! Diyebildiği müddetçe)
benliğini korur. (s61)
- Toplumumuzda mizah ve gülmeye karşı hakim tutumlar nelerdir? En çarpıcı gerçek, gülmenin ticari mala dönüşmesidir.
- Thorstein Veblen’in değişiyle “kahkahalar” bir tür
“kahkaha gazı” etkisi yaparak hassasiyet ve farkındalıklarda körelmeye
neden olur. Bu durumda gülmek kişinin kendi zihinsel karmaşasıyla yüzleşmek
için yeni ve daha cesur bir bakış açısı elde etmesi yerine endişe ve
boşluktan devekuşu misali kaçışıdır. Genellikle gürültülü kahkahalarla
ortaya çıkan bu tür gülme tıpkı alkol ya da cinsel uyarılma gibi basit bir
gerginlik azaltma işlevi görür. Bu tür gülme, insanı eskisine kıyasla daha
da yalnızlaştırarak gerçeklikten koparır. Elbetteki bazı kahkahalar
kindardır.(s62)
- Kindar kahkaha kişinin kendi benliğine karşı üstün geldiğini düşündüğünün ifadesidir.
KİŞİSEL GELİŞİM DİLİMİZİN YİTİMİ
- Benlik bilinciyle birlikte birbirimizle derin
kişisel anlamlar hakkında iletişim kurmamızı sağlayan dili de yitirdik. Bu
durum Batı dünyasındaki insanların yaşadığı yalnızlığın önemli bir yönü.
- Erich Fromm, hemen her erkek bir otomobil motorunun
parçalarını eksiksiz sayabilir. Fakat iş kişiler arasında anlamlı
ilişkiler kurmaya geldiğinde dilimizi kaybederiz. (s63)
- Günümüzde semantik (anlambilim) çalışmaları çok
önemlidir ve sürdürülmeleri gerekir. Rahatsız edici soru, iletişim kurmak
için neden enerjimiz tükenene dek kelimelerin ne anlama geldikleri
hakkında tartışıp durmamız gerektiğidir. Kelimeler dışında da çeşitli
kişiseliletişim araçları vardır. Örneğin; sanat ve müzik.
- Modern esere altında yatan ezoterik (belli bir gruba hitap eden, özel,
gizli) şifreyi bilmeden bakan çoğu insan, hatta zeki olanlar dahi
hiçbir şey anlayamaz. (s65)
- Yetenekli sanatçıların kendilerini ancak bu denli
sınırlı bir dille ifade edebilmeleri toplumumuza ilişkin çok önemli bir ipucu
vermiyor mu?
- Nietzsche, bir insanın “tarzıyla”, yani eylemlerine
ortak bir temel ve ayırt edicilik sağlayan o eşsiz “örüntüyle”
tanınabileceğini söylemişti. Günümüzün tarzı nedir? Modern olarak
adlandırabilecek bir tarz olmadığını görüyoruz.
- Her özgün sanatçı farklı diller deneyerek hangisinin
kendi insanına biçim ve rengin müziğini en iyi şekilde aktarabileceğini
bulmaya çalışıyor, oysa ortak bir dil yok.(s66)
- Hem sanatçılar hem de geri kalanlarımız tinsel olarak ayrık ve şaşkın olduğumuzdan yalnızlığımızı örtbas edebilmek için diğer insanlarla dilimizin elverdiği şeyler hakkında konuşuruz; beyzbol liği, iş ilişkileri, en son haberler. Derin duygusal deneyimlerimizse daha gerilere itilir ve böylelikle içimiz giderek daha da boşalırken yalnızlığımız artar. (s67)
Az Şey Görürüz Doğada Bizim Olan
- Birey olarak kimlik bilincini yitiren insanların
doğaya aitlik bilincini yitirme eğilimleri de vardır. Ağaçlar, dağlar gibi
hareketsiz doğayla ve doğanın hareketli parçası hayvanlara karşı empati
besleme becerilerinin bir kısmını da yitirirler. (s67)
- Yalnızca içimizdeki boşluk değil endişemiz de
doğayla kurduğumuz ilişkiyi yok etme eğilimindedir.
- 19 yy geldiğimizde doğaya olan ilgi giderek daha
teknik bir hal almaya başlamıştı; insanın asıl meselesi artık doğaya
hükmetmek ve doğayı işlemek olmuştu.
- 19 yy başlangıcına yaklaştığımızda William
Wordsworth, doğaya dair duyguların kaybolmaya başladığını ve bunun
nedenlerinden birinin ticari hayata verilen aşırı önem, sonucununsa
yaşanan boşluk duygusu olduğunu gördü. (s69)
- Yutulup yok olmadan doğayla iyi bir ilişki
kurabilmek güçlü bir kişilik (diğer bir deyişle şahsi kimliğe dair güçlü
bir algı) gerektirir.
- Kişi inorganik varlıklarla arasındaki bağla gerçek
anlamda yüzleştiğinde farkına vardığı “hiçliğin” ya da “var olmama
halinin” içe işleyen tehdididir. “topraktan geldik toprağa gideceğiz”
gerçeğini kendi kendimize hatırlatmak gerçekten de boş bir tesellidir. Bu
tür deneyimler çoğu insan için endişe kaynağıdır. Bundan kaçmak için hayal
güçlerini devre dışı bırakır, düşüncelerini öğle yemeğinde ne yesek gibi
basit ve sıkıcı detaylarla meşgul ederler. (s72)
- Doğayla yaratıcı bir ilişki kurabilmek için güçlü bir benlik hissiyatıyla bol miktarda cesaret gerekir.
Trajedi Hissinin Yitimi
- İnsanın değeri ve yüceliğine olan inancımızı yitirmemizin bir başka sonucu da insan hayatının trajik önemine dair algımızı yitirmememizdir. Trajedi hissi en basit anlatımla kişinin birey olarak insanların önemine olan inancının diğer yüzüdür. Trajedi insanoğluna karşı muazzam bir saygı ve onun haklarıyla kaderine adanmışlığı işaret eder. (s73)
BÖLÜM 2
BİREYSELLİĞİN YENİDEN KEŞFİ
Kişi Olma Deneyimi
İki yaş
civarında insanoğlunda evrim sürecinde şimdiye dek ortaya çıkmış en çarpıcı en
önemli şey, yani kendine dair bir bilinç ortaya çıkar. Kendini “ben“ olarak
fark etmeye başlar. Annesiyle birlikte “başlangıçtaki biz”in bir parçasıdır ve
bebekliğin ilk dönemlerinde psikolojik “biz”in parçası olamaya devam eder.
Fakat sonrasında bu küçük çocuk kendi özgürlüğünün farkına varır. Gregory
Bateson’ın değişiyle kendi özgürlüğünü babası ve annesiyle olan ilişkisi
bağlamında hisseder. Kendi ebeveynlerinden ayrı bir kişilik olarak deneyimler
ve gerekirse onlara karşı durabilir.Bu olağanüstü olgu insan hayvanının kişi
olarak doğuşudur.
Benlik Bilinci- İnsana Özgü Bir Damga
- Benlik bilinci, kendini sanki dışarıdan görebilme
yetisi insanı diğer canlılardan ayıran bir özelliktir.
- İnsanın kendine dair farkındalığı en önemli
özelliklerinin kaynağıdır. Ona “ben” ve dünya arasındaki ayırımı yapabilme
gücü veriri. Ona içinde bulunulan anın dışına çıkarak kendisini geçmişte
yahut gelecekte hayal edebilmesini sağlayan zaman tutma becerisini verir.
Böylece insanlar geçmişten ders alıp gelecek için plan yapabilirler. (83)
- Benlik bilinci aynı zamanda insanın sembol kullanma
becerisinin de temelini oluşturabilir. Bu sayede insan “güzellik”,
“mantık” ve “iyilik” gibi soyut kavramlarla düşünebilir.
- Benlik bilinci bize kendimizi başkalarının gözüyle
görme ve diğer insanlarla empati kurma becerisi verir. Hayal etmemize
olanak sağlar. Bize komşularımızı sevme, etik değerler konusunda hassas
olma, gerçekleri görme, güzellik yaratma, kendinizi ideallere adama ve
gerekirse onlar uğruna ölme gücü verir. Bu gizilgüçleri kullanabildiğimizde
kişi oluruz. Ama bu armağanlar yüksek bir bedelle, endişe ve içsel kriz
bedelleriyle bahşedilir. (83)
- Ebeveynleri tarafından sevilip desteklenen ama
şımartılmayan sağlıklı çocuk yüzleştiği endişe ve krizlere rağmen
gelişmesini sürdürür. Ve travmaya dair herhangi bir dış belirti ya da özel
bir isyankarlık olmayabilir. Suiistimal edilen, ya da nefret edilip
reddedilen çocuk yeni yeni edinmeye başladığı bağımsızlığına dair
denemeler yaptığında bağımsızlık kapasitesini yalnızca olumsuzluk ve inatçılık
şeklinde kullanır. (84)
- Çekingen bir şekilde “hayır” demeye başladığında
ebeveynleri tarafından sevilip yüreklendirmek yerine onlardan dayak yiyen
çocuk sonrasında “hayır” kelimesini gerçek anlamda bir bağımsızlık
göstergesi değil de salt isyan etmek için kullanacaktır.
- Günümüzde ebeveynlerin kendileri endişeli ve
şaşkınlarsa, kendilerinden emin değil ve kendilerine dair birtakım
şüpheler besliyorlarsa bu endişeleri çocuğa yansıyarak kendi benliğini
bulmanın tehlikeli olduğu bir dünyada yaşadığını hissetmesine neden
olabilir. (84)
- Tüm yetişkinler ailelerindeki erken dönem
deneyimlerle bellenen kalıplar üzerinden bireyselliğini elde edebilme
yolculuğunda çaba sarf etmektedirler.
- Benlik daima kişiler arası ilişkilerde doğar ve
gelişir.
- Bir birey ve kendine özgü bir kişilik olmanın
bebeklik çağında başlayıp kişinin yaşı kaç olursa olsun yetişkinlikte de
devam etmektedir.
- Kişinin kendisini bir birey olarak deneyimlemesi ne
anlama gelir? Kendi kimliğimizin
keşfi hepimizin hayata birer psikolojik varlık olarak başladığımızın bir
kanıtıdır. Bu asla mantık çerçevesinde kanıtlanamaz, zira kişinin benlik
bilinci tartışmanın başlaması için ön koşuldur. Farkındalık kişinin kendi
benliğine dair sorgulama yapması için bir önkoşuldur. Meditasyon yapmak
bile benlik bilincine sahip olduğumuzun bir işaretidir. (87)
- Benlik kavramı matematiksel denklemlere
indirgenemiyor diye onu “bilimdışı” olarak nitelendirerek reddetmektir.
- Benlik bireyin içindeki düzenleyicidir ve insanın
bir diğeriyle ilişki kurmasını sağlama işlevi görür. (88)
- Bir birey olarak herhangi bir insanın kişiliğini
anlamanın en iyi yöntemi kendi deneyimlerimizi incelemekten geçer.
- Kendimizi düşünen-sezinleyen-hisseden ve harekete
geçen bir bütün olarak görüyoruz. Bu nedenle benlik yalnızca kişinin
üstlendiği çeşitli “rollerin” toplamı değildir, bu rollere büründüğünü
bilme kapasitesidir. (89)
- İnsanoğlu kedi doğasını gerçekleştirmeyi benlik
bilinciyle yapmalıdır. Yani gelişimi asla otomatik değil de kendisi
tarafından seçilmiş ve onaylanmış olmalıdır. (90)
- İnsanoğlu aynı zamanda seçimlerini birey olarak
yapmalıdır, çünkü kişinin benlik bilincinin bir parçası da
bireyselliktir.(91)
- Kendinizi nasıl gördüğünüzü asla tam olarak bilemem
ve siz de kendinizle nasıl bir ilişki kurduğunuzu asla tam olarak
bilemezsiniz. Bu her insanın tek başına durması gereken içsel sığınağıdır.
İnsan hayatındaki trajedi ve kaçınılmaz birbaşınalığın önemli bir nedeni
bu gerçektir, ancak bu aynı zamanda içsel sığınağımızda farklı bireyler
olarak ayakta kalmamızı sağlayacak gücü kendimizde bulmamız gerektiğinin
de bir göstergesidir. (91)
- Organizmalar potansiyellerini tam olarak
kullanamadıklarında hastalanırlar. Birey olarak potansiyellerimizi
gerçekleyemediğimizde de aynı şekilde kısıtlanır ve hastalanırız.(92)
- Neşe, güçlerimizi kullandığımızda ortaya çıkan duygudur. Hayatın amacı mutluluktan ziyade neşedir, çünkü insan olarak doğamızın gereklerini yerine getirmenin sonucunda neşeleniriz. (93)
Benlik Değerinin Yedeği Olarak Kendini Küçük
Görme
- Kişi kendisini fazla önemsememelidir ve
cesur bir alçak gönüllülük gerçekçi ve olgun bir kişiliğin işaretidir.
- Şişinmek ve ukalalık genellikle içsel
bir boşluk ve kişinin kendinden şüphe ettiğinin belirtisidir; endişe
hissinin üzerini örtmek için en sık başvurulan yöntem gurur gösterisi
yapmaktır. (94)
- Kendisini güçsüz hisseden kimse
zorbalaşır, daha da güçsüz olanlarsa kabadayılaşır; el kol oynaması, çok
konuşma, ukalalık yapma ve işi yüzsüzlüğe vurma eğilimi gizil endişenin
başlıca belirtilerindendir.
- Kendilerine dair değer hislerini
neredeyse tamamen yitirmek üzere olan kimseler genellikle kendi
kendilerini suçlama eğilimindedirler, zira değersizlik ve aşağılama
duygularının yarattığı keskin acıyı bastırmanın en kolay yolu budur. (95)
- “Gururlu bir insan olmaya en çok
yaklaşanlar kendilerinden tiksinenlerdir.” (Spinoza)
- İçi boş insanların yaşadığı çağımızda kendi kendini suçlamaya verilen önem hasta bir atı kamçılamaktan farksızdır.
Benlik Bilinci İçedönüklük Değildir
- Kendimizi unutmaya çalışmamalı mıyız?
Kişinin kendini bilmesi (self-conscious: özbilinç) onu utangaç, çekingen
ve sosyal anlamda ketlenmiş (şoka
girme, savunma) kılmaz mı? Olanlara bir de yaptıklarınıza dair
farkındalığınız arttığında bakın.
- Doğal olarak herhangi birinin dünyada
isteyebileceği en son şey benlik bilincine sahip olmaktır.
- Özbilinç=Özgüvenli anlamındadır, olması
gereken de budur. (98)
- Kendini sürekli “gözlemlemek” kendini
bir nesne gibi algılamak kendine yabancılaşmaktır.
- Benlik bilinci hayatlarımız üzerindeki
kontrolümüzü artırır ve bu artan güçle birlikte kendimizi serbest bırakma
kapasitesi ediniriz. (100)
- Kişinin benlik bilinci ne denli artarsa
kendiliğindenliği ve yaratıcılığı da o denli artacaktır.
- Çocuksu yahut bebeksi benliğimizi
unutmak iyi bir öğüttür. Ancak, nadiren işe yarar.
- Yaratıcı faaliyetler esnasında kişinin bir bakıma kendi benliğini unuttuğu doğrudur. (100)
Kişinin Beden ve Hislerinin Deneyimlenmesi
- Benlik bilincinin kazanılması sürecinde
çoğu insan en başa dönerek kendi hislerini yeniden keşfetmelidir. (101)
- Dosdoğru hissetmek yerine hislerine dair
belli belirsiz fikirler veriyorlar; hislerinden etkilenmiyorlar ve
duyguları onları harekete geçirmiyor. Hislerini deneyimlemede güçlük çeken
insanların;
- Hissetmeyi
öğrenmek;
Genellikle “şu an kendimi nasıl hissediyorum?” sorusunu her gün
kendilerine yönelterek hissetmeyi öğrenmeleri gerekir. Kastettiğimiz şey
aşırı hassasiyet yerine duyarlılık, yapmacıklık yerine duygulanım. Aksine,
önemli olan, aktif bir şekilde hissedenin “ben” olduğunu deneyimlemektir.
Bu da beraberinde bie dürüstlük ve hissetmede dolaysızlığı getirir; kişi
bunun etkisini benliğinin tüm katmanlarında hisseder. (101)
- Bedene dair farkkındalık; Bebekler kişisel kimliğine dair en erken sezgiyi bedenlerinin farkına vardıklarında edinirler. “Bebeklerin deneyimlediği bedene benliğin ilk çekirdeği adını verebiliriz.” (Gardner Murphy) Örnek: Bebek defalarca bacağına ulaşmaya çalışır er ya da geç bacağını tutma deneyimini yaşar. İşte bacağım, onu hissedebiliyorum ve bana ait.
- Modern çağdaki sanayileşmeye hizmet eden
cansız bir makineye indirgenmesi sonucunda insanlar bedenlerine kulak
gurur duymaktadırlar. Bunun sonucunda doğa gelip soğuk algınlıkları, nezle
ya da daha ciddi hastalıklara maruz bırakarak sanki “Bedenini dinlemeyi ne
zaman öğreneceksin?” diye sormaktadır. (103)
- “hasta oldum” derken “araba çarptı” der gibi bedenlerin, nesneleştirirler. Sonra kendilerini doktorların, yeni mucize ilaçların kollarına bıraktıklarında üzerlerine düşeni yaptıklarını hissederler.
- Kişi özerkliğinden vazgeçtiğinde kendini çok çeşitli
psikosomatik (ruhsal nedenlerden
doğan beden hastalığı) rahatsızlıklara açık bir hale getirir. (103)
- Ne zaman çalışıp ne zaman dinleneceğine karar vermek
için “bedeni dinlemek” önem taşır. (104)
- Bedeninizin tepkilerine göre davranmanın yanı sıra
dünyayla ve etrafınızdaki insanlarla aramızdaki duygusal ilişkileri
dikkate almamız da bizi sık sık yarı yolda bırakmayacak sağlıklı hayat
sürebilmemiz anlamına gelir. (104)
- Bağnaz tavırlar cinselliği benliğin geri kalanından
ayırma eğilimine örnek gösterilebilir. Bağnazlığın zıttı olan çapkınlığın
da aslında cinselliği benlikten ayırma hatasına düştüğü pek düşünülmez.
(104)
- Biz bedeni benlikle bir araya getirmeyi öğreniyoruz.
- Kişinin kendi bedenini eyleme geçen benliğin bir
sureti olarak deneyimlemesi (yemek yemek ya da dinlenmenin keyfi; güçlenen
kasları kullanmanın verdiği mutluluk; cinsel dürtü ve tutkuların doyuma
ulaşması) demektir. “Bedenim hissediyor” yerine, “Ben hissediyorum”
yaklaşımıdır. (105)
- Cinsellikteyse, cinsel arzu ve tutkuyu kişilerarası
ilişkilerin bir parçası olarak deneyimleme tavrıdır.
- Benliği bedensel sağlığın merkezine yerleştirmeyi
öğreniyoruz. Hasta olan yahut sağlığına kavuşan “ben”im. (105)
- Gerek fiziksel gerekse psikolojik olsun tüm
hastalıkların dedenin (yahut “kişilik” veya “zihin”) başına gelen
periyodik kazalar olarak değil de, doğanın insanın bütününü yeniden
eğitmesi olarak görülmesini öneriyoruz.
- Bir tüberküloz hastasının arkadaşına yazdığı mektup,
“hasta olmamın nedeni aşırı çalışmam ya da birtakım tüberküloz
virüsleriyle ters düşmem değil, aslında olmadığım bir insan olmaya
çalışmamdı. (105)
- Çoğu insan bir grip ya da daha ciddi bir hastalık
geçirdiğinde suçluluk duygusundan “arındığını” hisseder. Bilimsel ilerleme
insanların endişelerini, suçluluk duygularını, boşluklarını ve
acımasızlıklarını aşmalarına yardımcı olmaktan ve hastalıkları alt
ettiğinde (son derece arzu edilen bir amaç) hastalık yalnızca biçim
değiştirerek yeni bir kanala zorlanmış olur. (106)
- Hastalıklara karşı ayrıştırılmış bir şekilde
yürütülen mücadele Herkül’ün yedi başlı Hidra’ya karşı yürüttüğü
mücadeleden farksızdır: ne zaman kafalarından birini kesse yerine yenisi
çıkıyordu. (107)
- Kişinin ne istediğini bilmesi, çok az insan bunu
bilir.
- Kişi dürüst bir şekilde dönüp kendi içine baktığında
aslında istediğini sandığı şeylerin ne kadar rutin olduğunu (Cuma günü
balık tutmak gibi) ya da istediği şeyleri aslında istemesi gerektiğini
düşündüğü (işinde başarılı olmak gibi) fark etmez mi?; yahut istemek
istediği şeyler değimlidir bunlar (komşumuzu sevmek gibi)?
- Dosdoğru ve dürüst isteklere genellikle arzularını
çarpıtmayı henüz öğrenmemiş çocuklarda rastlanır. İsteklerinde hiçbir
karmaşa yoktur. Çocuğun o anda dondurma yemesi uygun olmayabilir ve eğer
kendisi karar veremeyecek kadar küçükse evet ya da hayır deme sorumluluğu
elbette ki ebeveynlerindir. Ebeveynler çocuğu aslında dondurma
istemediğine ikna etmeye çalışarak isteklerini çarpıtmamalıdırlar. (107)
- Duygu ve arzuların farkında olmak bunları hiçbir
ayrım yapmadan her nerde olursak olalım ifade etmemiz gerektiği anlamına
gelmez. (108)
- Kişi önce ne istediğini bilmeden ne yapıp yapmaması gerektiğine dair nasıl hüküm verebilir? Bir ergen için otobüste karşısında oturan karşı cinsten kişiye yahut annesine karşı erotik itkiler hissetmesi bu itkilere göre hareket edeceği anlamına gelmez. Sosyal anlamda kabul görmediklerinden ötürü bu itkilerin farkındalık seviyesine erişmelerine asla izin vermediğini varsayarsak? Bastırılamayan arzu ve duygulara düşülmesi nevrotir bir durumdur. Aslına bakıldığında, kişiyi sonrasında dürtüsel davranmaya yönlendiren şeyin bastırılan duygu ve arzular olduğunu biliyoruz. (108)
- Viktorya dönemi, kişi ne kadar bütünleşikse
duygularının dürtüselliği de o denli azalıyordu. Olgun kişide duygular ve
istekler belirli düzenlemelere göre ortaya çıkar. Örnek: Tiyatro
sahnesinin bir parçası olarak bir akşam yemeği sofrası gördüğünde yemek
yeme arzusu duymaz, ne de olsa oraya yemek yemeğe değil tiyatro oyunu
izlemeye gelmiştir. (108)
- Hissetme ve istemeye dair tüm doğrudan ve anlık
deneyimler kendiliğinden ve biriciktir.
- İsteme ve hissetme, içinde bulunulan durumla
birlikte içinde bulunulan konum ve zamanın biricik parçasıdır. (109)
- İyi bir portre çiziminde arka plan daima portrenin
içsel bir parçasıdır; yani olgun bir insanın davranışı, onu çevreleyen
dünya karşısında benliğin içsel bir parçasıdır.
- Kendiliğindenlik daha ziyade eylemde bulunan “ben”in
belli bir andaki belli bir çevreye göre tepki vermesidir.
- İçinde bulunulan durum geçmişte, yaşananlardan ve
gelecekte yaşanacaklardan farklıysa, kişinin o esnada hissettiği duygu da
benzersizdir ve bir daha asla aynı şekilde yinelenmez. Yalnızca nevrotik
davranışlar mutlak bir şekilde tekrar eder. (109)
- Modern insan bedeni üzerindeki egemenliğinden
vazgeçerken aynı zamanda bilinçdışı yanından da feragat etmiştir ve
böylece ona yabancılaşmıştır.
- Bastırdığımız şeyleri elimizden geldiğince bulup
hayatımıza geri kazandırmamız gerekiyor.
- Rüyalar yalnızca çelişkiler ve bastırılan arzuların
değil, aynı zamanda kişinin belki yıllar önce öğrenip unuttuğunu düşündüğü
eski bilgilerinde birer ifadesidir. (111)
- Kişinin farkındalığının attığı oranda kendisini
canlı hissettiğini göstermektedir.
- Artan farkındalık, artan “ben-lik” deneyimi ve
eyleme geçen ben’in aynı zamanda onların öznesi olduğunu hissetme deneyimi
birey olma anlamına gelir.
- Birey olmak, bizi pasifizm ve özfarkındalığın yerini
kişinin deneyimindeki belirleyici güçlerin almasına izin vermekten
kurtarır. (111)
- Psikanalizin amacı, bilinçdışını bilinç haline
getirmek; farkındalığın boyutlarını genişletmek, benliği oradan oraya itip
duran bilinçdışı eğilimlerin farkına varmasına yardımcı olmak ve
böylelikle kişinin kendi gemisini bilinçli bir şekilde idare etmesini
sağlayabilmekti. (112)
- Eylemcilik, “Kişi ne kadar çok eylemde bulunursa o
kadar canlıdır.” Düşüncesidir. Farkındalığın ikamesi olarak eylemin
kullanılamsı.
- Çoğu insan endişelerini örtebilmek için sürekli
olarak meşguldür; onların eylemciliği kendilerinden kaçmanın bir yoludur.
Hareket etmedikleri takdirde bir şeyler ters gidecekmiş ya da meşguliyet
kişinin ne kadar önemli olduğunun bir kanıtı gibi sürekli acele ederek
yalancı ve geçici bir canlılık hissederler. (112)
- Özfarkındalığa verdiğimiz önem kesinlikle canlı, bütünleşik bir benliğin ifadesini içermekte ama aynı zamanda eylemciliğin (bir başka değişle özfarkındalıktan kaçıyormuş gibi yapmanın) taban tabana zıttı. (113)
Var Olma Mücadelesi
- Çoğu insan özellikle de birey olmalarını
engelleyen geçmiş deneyimlerini aşmaya çalışan yetişkinler için benliğe
dair bilinç kazanmak mücadele, çatışma gerektirir. Birey olmanın yalnızca hissetmeyi
ve deneyimleyip istemeyi öğrenmeyi değil, onları hissedip istemekten
alıkoyan şeylerle mücadele etmeyi de gerektirdiğini fark ederler. (115)
- Potansiyel kişinin aslen annenin ve bebeğin seçimi olmadan göbek bağı aracılığıyla ana rahminde otomatik olarak beslenerek anneyle birlikte bir bütünlük oluşturan fetüs’dür.Doğduğunda ve göbek bağı kesildiğinde fiziksel olarak bir insan haline gelir ve sonrasında beslenme her iki tarafın da bilinçli seçimine bağlıdır; bebek yemek istemek için yaygara koparabilir ve anne evet ya da hayır diyebilir. Bebek onu besleyen anneye muhtaçtır. (115)
- İnsanoğlu kendi bireyliliğini ancak,
bilinçli ve sorumlu seçimlerle gerçekleyebileceğinden, fizikselliğinin
yanı sıra psikolojik ve etik bir birey de olmalıdır. (116)
- Ana rahminden doğma, topluluktan kurtulma, bağımlılıktan kurtulup seçme özgürlüğüne kavuşma süreci insanın hayatı boyunca verdiği kararların hepsiyle ilgilidir ve ölüm döşeğinde dahi yüzleşmesi gereken konudur. Zira cesurca ölme kudreti kendi başına olmayı öğrenme ve bütünden ayrılma sürecinin nihai adımıdır. (116)
Pskolojik Göbek Bağını Kesmek
- Doğumuyla birlikte göbek bağı kesilen
bebek fiziksel bir birey halini alır, ancak zaman içinde psikolojik göbek
bağı kesilmediği takdirde ebeveynlerinin bahçesinden çıkmayan bir bebek
olarak kalır. İpinin izin verdiğinden daha uzağa gidemez. Gelişimi
engellenmiştir ve teslim edilen büyüme özgürlüğü içten içe dargınlık ve
öfkeye dönüşür. Bunlar iplerinin izin verdiği mesafelerde son derece rahat
bir şekilde yaşarken evlilikle yüzleştiklerinde ya da işe giriştiklerinde
veya önünde sonunda ölümle yüzleştiklerinde altüst olan insanlardır.
Yaşadıkları her krizde “annelerine dönme” eğilimindedirler. “Karımı
yeterince sevemiyorum, çünkü annemi çok seviyorum” (117)
- Gerçek sevgi engindir ve asla
başkalarını sevmeye engel olmaz: asıl kışkırtıcı olan ve insanı karısını
sevmekten alıkoyan şey anneye bağlı olmaktır. Günümüzde bağlı kalma
eğilimi güçlüdür. (117)
- Toplum bireye az da olsa istikrarlı bir şekilde destek olama anlamında “annelik” yapamayacak denli bozulduğunda kişi çocukluğunun fiziksel annesine daha sıkı tutunma eğilimi gösterir.
Anneye Karşı mücadele
- Orestes “Hareket edemem, körleştim”
diyerek kılıcı yere düşürür. Baskın bir anneyle mücadele ederek iktidarını
kaybeden genç adamlara dair her psikoterapistin gözlemlediği durumu ortaya
koymasıdır. (121)
- Bir ebeveynin öldürülmesi ne anlama
gelir? Büyüyen insanın, gelişmesine ve özgürlüğüne kavuşmasına engel olan
otoriter güçlere karşı mücadele etmesidir. (123)
- Başkasının buyruğundaki iktidarın hiçbir
önemi yoktur. (124)
- Amerikan anneleri, beş gün boyunca
şehirde çalışıp yalnızca hafta sonları evde görünen babaların ailedeki
merkezi konumlarından feragat etmeleriyle birlikte güç koltuğuna geçmeye
zorlanmışlar (Psikanalist Erik Erikson) (125)
- Ensest ilişki en basit tabirle içe, yani
aileye dönmenin ve “dışadönük” şekilde sevememenin cinsel ve fiziksel
simgesidir. Ergenlik dönemi geçildiği halde devam eden ensest eğilimli
arzular aşırı ebeveyn bağımlılığının cinsel bir belirtisidir ve daha
ziyade henüz “büyümemiş” ve ebeveynleriyle aralarındaki psikolojik göbek
bağını kesememiş kimselerde görülür. (129)
- İnsanoğlunun hayat boyu farklılaşma arzusunun sürekliliği ensest ilişkiden uzaklaşarak “dışadönük sevgiye” yönelmesini gerektirir. (130)
Kişinin Kendi Bağımlılığına Karşı Mücadelesi
·
Kişiyi
ebeveyne bağlı tutan şey nedir? Kişinin hayatının en erken döneminde dayanmak
olduğu otorite dış kaynaklıdır.
·
Herkesin
gelişiminde zaman içinde otorite sorunu içselleştirilir; büyüyen insan bu
kuralları benimser ve hayatı boyunca sanki hala kendisini en başta
zincirleyecek güçlere karşı mücadele ediyormuş gibi yaşar. (132)
·
Kişi
baskılayıcı güçleri benimseyip onları kendi içinde yaşatmaya devam ettiğinden
dolayı onların üstesinden gelecek güce de sahiptir.
·
Hiç
birimiz bizi sömürmeye çalışan insanlara yahut çevremizdeki dış güçlere karşı
durmaktan kaçınamayız.
·
Temel
çatışma kişinin büyüme, gelişme ve sağlık arayışında olan ile özgürlükten
feragat ederek olgunlaşmamış bir düzeyde psikolojik göbek bağlarıyla sarılmış
halde ebeveynin yalancı-koruması ve ilgisinin peşinde koşan tarafı arasındadır.
(132)
Benlik Bilincinin Evreleri
- Bebeğin benliğe dair bilinç oluşmadan
önceki “masumiyet” evresidir.
- Kişinin kendi çabalarıyla bir içsel güç
oluşturmak üzere özgür olamaya çalıştığı “isyan” evresidir. Bu evre en açık şekliyle 2-3 yasındaki
çocuklarla ergenlerde görülür. (133)
- “sıradan” benlik bilincidir. Bu evrede
kişi bir ölçüye kadar kendi hatalarını görebilir.
- Kişinin bir soruna dair ani bir sezgi
kazanmasıyla örneklenebilir; bir anda, durup dururken üzerinde günlerdir
kafa patlatılan bir sorunun yanıtını buluverir. Kimi zaman bu tür sezgiler
rüyalarda ya da kişi başka bir şey düşünüyorken yaşadığı aydınlanma
anlarında gelir; her durumda yanıtın kişiliğin bilinçaltı seviyesinden
geldiğini biliyoruz. “Fikrin
gelmesi” ya da “ilham”
olarak adlandırılır.(133)
- Kendini tamamlayan insanın bir tür “kendini aşma” sürecinden geçtiğini
ifade etmek bilimsellik dışı bir hassasiyet olmaz. (Nietzsche)
- “Hayat aynı anda hem kendini yinelemekle
hem de aşmaya çalışmakla meşguldür.” “Tek yaptığı kendini idame ettirmekse
eğer, yaşamak ölmenin bir çeşididir ve insan varlığı tuhaf bir bitki
örtüsünden farksızlaşır.” (simone de Beauvoir)
- Yaratıcı benlik bilinci çoğumuzun nadiren yakalayabildiği bir evredir. Yaratıcı kimseler hayatlarının büyük bir bölümünü bu evrede geçirir. Ancak, bu daha alt evrelerde yaptıklarımıza ve deneyimlerimize anlam veren evredir. (135)
BÖLÜM 3 BÜTÜNLEŞMENİN HEDEFLERİ
Özgürlük ve İçsel Güç
- Özgürlüğü elinden tamamen ve gerçek anlamda alınan bir kişiye ne olurdu?
Kafese kapatılan adam
- Başlangıçta adam şaşkındı, “Tramvayı kaçıracağım, işe gitmem lazım, baksanıza saat kaç oldu, işe geç kalacağım!” durumun farkına varmaya başlayınca, bu adil değil kanunlara aykırı. Her gün itirazını yöneltiyordu. Birkaç gün sonra adamın itirazları azaldı ve ardından tamamen kesildi. Başlangıçtaki öfke bir alığına da olsa siliniyordu. Birkaç hafta sonra insana yiyecek ve sığınacak bir yer verilmesinin ne kadar faydalı bir uygulama olduğunu, insanoğlunun zaten her koşulda kaderini yaşamak zorunda olduğunun ve kendi üzerine düşenin bu kaderi kabullenmek olduğunu söylemeye başladı. İlerleyen günlerde yiyecek ve barınacak yer verildiğinden minnetini ifade etmeye başladı. Kafesi kabullenmişti. Öfkelenmiyor, nefret duymuyor ve mantıklı açıklamalar yapıyordu. Ama artık aklını yitirmişti. Geriye kocaman bir boşluk kalmıştı. (141)
Alıkonan Özgürlüğün Bedeli Olarak Nefret ve
Kırgınlık
- Özgürlüğünün önemli bir bölümünden
genellikle seçme şansı olmadığı çocukluk döneminde vazgeçmek zorunda kalan
kişi çoğu zaman dışarıdan bakıldığında durumu kabullenip teslimiyete
“boyun eğmiş” görünür. Ancak, oluşan boşluğu öfke ve kırgınlık doldurur.
Elbette ki nefret bastırılmıştır; zira köle olan kişi ustalarına karşı
beslediği nefret dolu düşünceleri paylaşamaz ama yine de oradadır ve
çocuklar söz konusu olduğunda farklı belirtilerle dışa vurulabilir;
çocuğun okulda başarısız olması, aşırı fiziksel hastalık ya da erken
yaşların da ötesinde uzun dönem süren yatak ıslatma alışkanlıkları vb.
- Nefret yahut kırgınlık genellikle
kişinin kendisini psikolojik yahut tinsel (bilinç dışı her şey) intihardan alıkoymasını sağlamasının tek
yoludur. Az da olsa saygınlığını ve kendi kimliğine dair algısını
korumasını sağlar, sanki bu kişi –yahut milletler söz konusu olduğunda
kişiler- kendilerini fethedenlere sessizce şöyle demektedir. “Beni
fethettin ama senden nefret etme hakkım saklı.” (143)
- Nefret ve kırgınlık yıkıcı duygulardır
ve olgunluğun belirtisi bunları yapıcı duygulara çevirmektir. (144)
- Bir tavır yahut duyguyu bastırdığımızda
yüzeysel olarak bu duyguya zıt bir şekilde davranıp zıt bir tavır
takındığımız artık bilinen bir psikolojik eğilim. (145)
- İnsan gerçek hayatta nefret ve
kırgınlıktan genellikle bu duygularını başka insanlara yöneltir ya da
kendi içine dönerek kendinden nefret etmeye başlar. Dolayısıyla
nefretimizle açık açık yüzleşmemiz önemlidir. Ve kırgınlıklarımızla
yüzleşmemiz çok daha önemlidir. (145)
- Nefret ve kırgınlıklarımızla açık bir
şekilde yüzleşemediğimizde er ya da geç kendi kendine acıma duygusuna
dönüşürler ki bu durumun kimseye faydası yoktur. (146)
- Nefret ve kırgınlık kişinin gerçek
özgürlüğünü yeniden elde etmesi için motivasyon olmalıdır; bunu yapamadığı
müddetçe bu yıkıcı duyguları yapıcı hale getirmesi mümkün olmayacaktır.
- Nefret ve kırgınlık kişinin içsel özgürlüğünü geçici bir süreliğine korur, fakat kişi er ya da geç bu nefret duygusunu kullanarak gerçek özgürlük ve onurunu asıl hayatta da geri kazanmalıdır, aksi takdirde nefreti kendi kendine yok eder. (147)
Özgürlük Ne Değildir?
- Özgürlük isyan değildir. İsyan özgürlüğe
uzanan bir ara bölgedir; küçük çocuk “hayır” deme gücü aracılığıyla
kaslarını çalıştırmaya çabalarken az da olsa ortaya çıkar.
- Erginlikte, ebeveynin temsil ettiği şeye
karşı isyanın gücü çoğu zaman aşırıdır, genç kimse aslında kendi dünyaya
adım atma endişesiyle mücadele etmektedir. Ebeveynler ona “yapma”
dediklerinde onlara meydan okumalıdır, çünkü bu “yapma” ifadesi aslında
kendi korkak yanının, ebeveynlerinin ördüğü koruma duvarından çıkmama
eğiliminde olan yanının içten içe söyleyip durduğu şeydir. (147)
- İsyan eden kimse isyanın aslında dışsal
bir yapı (kurallar, kanunlar, beklentiler) gerektirdiğini ve kişinin kendi
özgürlük hissiyle gücünün aslında bu dışsal yapıya bağlı olduğunu unutur.
Bunlar “ödünç” alınmıştır ve her an tıpkı bir banka kredisi gibi el
konulabilir. (148)
- Ebeveynlerin çocuğun davranışına dair
önemli bir sorumluluk üstlenmeleri gerektiği ve olumlu özgürlüğün aslında
ebeveynin bunu bir insan olarak çocuğuna dair samimi bir saygı
çerçevesinde yapması, çocuktaki tüm potansiyelin ortaya çıkabilmesini
sağlayacak gerçekçi bir ortam yaratması ve çocuğun kendi istekleriyle
duygularını tarif etmemesi anlamına geldiği de biliniyordu. (149)
- İsyan eden kimse yön ve canlılık
duygularını halihazırdaki standart ve ilkelere saldırarak edinir, kendi
standartlarını geliştirmek durumunda değildir. İsyan, yeni inançlara ve
üzerine yeni bir yapı inşa edilecek temele ulaşmaya bir alternatif görevi
görür.
- Özgürlüğün olumsuz biçimleri özgürlüğü
hak elde etmekle karıştırıyor ve özgürlüğün asla sorumluluğun tersi
anlamına gelmediği gerçeğini görmezden geliyordu. Yapılan bir diğer hata
da özgürlüğü plansızlıkla karıştırmaktır. (150)
- 20 yy bu “tek dünyası” birbirine bağımlı
olmayı, daha fazla gerektiriyor ve özgürlük artık herkesin kendi fabrika
yahut üniversitesini kurmasıyla değil ekonomik topluluk ve çalışmanın
sosyal değeri bağlamında kazanılabiliyor. (150)
- Hem entelektüel hem de tinsel anlamda
daha özgürüz, çünkü yurttaşlarımızla aramızdaki ekonomik bağımlılığı
kabullenmiş durumdayız.
- Modern insanın içe dönük psikolojik ve
tinsel özgürlüğünü elde etme konusundaki son şansının ekonomik gelişme
fırsatı yakalama olduğunu düşünmesi değil midir? (151)
- Özgürlük bölünemez: ve belli bir
ekonomik doktrinle ya da hayatın bir parçasıyla, hele hele geçmişe ait bir
parçasıyla bütünleştirilmemesinin nedeni de bu; özgürlük gerçekten soluk
alıp evren bir olgu ve canlılığını kişinin kendisini etrafındaki
toplulukla ilişkilendirme biçiminden alıyor. Özgürlük açıklık, gelişmeye
hazır olmaktır; esneklik, daha üst insanı değerler uğruna değişmeye hazır
olmak demektir. Özgürlüğü verili bir sistemle ilişkilendirmek özgürlüğü
inkar etmektir; bu tutum özgürlüğü kristalleştirerek onu doğmalaştırır. (152)
- İyi toplum insana en fazla özgürlüğü verendir.
Özgürlük Nedir?
- Özgürlük, insanın kendi gelişiminde rol oynamasıdır.
Kendi kendimize şekil verme kapasitemizdir. Özgürlük benlik bilincinin
diğer yüzüdür. (153)
- Benliğimize dair bilinç kazanma gücümüz sayesinde
farklı seçeneklerin nasıl sonuçlar doğuracağını düşünerek içlerinden bize
en uygun olanı seçebiliriz.
- Kişinin benlik bilinci arttıkça seçim yaptığı küme
genişler ve özgürlüğü de aynı oranda artar. Özgürlük birikerek çoğalır;
özgürce verilmiş bir karar bir sonraki kararda kişiyi daha da özgür
kılacaktır. (154)
- Tüberküloz hastalarından kimisi pes eder ve
neredeyse ölüme davetiye çıkarır. Kimisiyse “doğa” yahut “tanrı”nın böyle
bir hastalık vermiş olduğu gerçeğine içerler ve her ne kadar dışarıdan
uyumlu davranıyor görünse de içten içe kurallara isyan eder. Bu hastalar
genellikle ölmez ama iyileşmezlerde. Hayatın her alanındaki isyankarlar
gibi daimi olarak bir düzlükte kalır, zamanın geçmesini beklerler. Başka
hastalarsa hasta oldukları gerçeğiyle yüzleşirler; sanatoryumun
yataklarında dinlenirken saatler boyunca düşünerek bilinçaltının bu trajik
gerçeği sindirmesini sağlar. Yalnızca fiziksel sağlıklarına kavuşmakla
kalmazlar, aynı zamanda bu hastalığa yakalanmış olma deneyimi sayesinde
gelişip güçlenirler.(156)
- İnsanoğlu hayatını incelemenin verdiği güçle
kendisini çevreleyen olayların ötesine geçebilir.
- Özgürlük yalnızca belirli bir karara “evet” ya da “hayır” demek değildir: kendimizi şekillendirip yaratma gücüdür. Nietzsche’nin değişiyle özgürlük, “asıl olduğumuz şeye dönüşme” kapasitesidir. (157)
Özgürlük ve Yapı
- Özgürlük asla boşlukta gerçekleşmez; anarşi
değildir.
- Özgürlük bir başına yaşamaya çalışmak anlamına
gelmez. (157)
- Varoluşçuluğun hem Sartre’cı hem de diğer
varyasyonlarının özünde bireyin kendi özgürlüğü ve içsel bütünlüğüne bu
kavramlar uğruna ölecek yahut gerekirse intahar edebilecek denli inanması
yatmaktadır.
- Kişi kaybedilmiş bir dava uğruna ölebilir fakat
böyle bir durumda kendi onuru ve bütünlüğü gibi son derece pozitif
değerler uğruna ölmektedir. (159)
- Çoğu insan toplumun beklentilerine bilinçsiz bir şekilde uymalarından kaynaklanan belirli kuralları kabullenme eğilimindedir. “Çoğunluğa Uyma” ve “otoriterlik” günümüzde çoğu insanın kabul ettiği yapı olarak görülmektedir. (159)
Kendini Seçmek
- Özgürlük kendi kendine ortaya çıkmaz;
elde edilir. Ve tek bir hamle ile elde edilmez; her gün yeni baştan
kazanılmalıdır.
- İçsel özgürlüğü kazanmanın temel adımı
“kendini seçmektir. (Kierkegaard)
- Kişinin evrendeki belirli bir noktada
var olduğunun farkına vardığı ve bu varoluşun getirisi olan sorumluluğu
kabul ettiği anlamına gelir. Nietzsche’nin “Yaşama İstenci” derken
kastettiği budur; yalnızca kendini koruma içgüdüsü değil, kişinin kendisi
olduğu gerçeğinin yanı sıra temel seçimlerini kendisinin yapmasına dair
gerekliliği ve kendi kaderini gerçekleştirme sorumluluğunu üstlendiği
gerçeğini kabullenme iradesi ki bu da kişinin kendi temel seçimlerini
kendisinin yapması gerektiğini kabullenmek anlamına gelir. (160)
- Yaşamayı seçmemek gibi bir eğilimin,
kendilerini hasta bir yakınlarına bakmak yahut önemli bir işi tamamlamak
gibi belirli görevlere adayan insanlarda bu duruma örnek olarak
gösterilebilirler. Sanki yaşamak “zorundaymışlar” gibi devam ederler ve
görev tamamlandığında, “başarı” elde edildiğinde sanki içsel bir karar
alarak ölürler. (161)
- Kişinin ölme özgürlüğü olduğuna göre
yaşama özgürlüğü de vardır.
- Kişi ebeveynlerinin onu dünyaya getirme
kararının, büyüme sürecinin rastlantısal bir sonucu değildir ve yaşamını
yalnızca sebep-sonuç çarkındaki sonsuz küçüklükte bir nokta olarak
sürdürmüyor, bu sekilde evlenip, çocuk sahibi olup yaşlanıp ölmüyordur.
Ölmeyi seçebileceği halde seçmediği için bu kararı takip eden tüm
eylemleri de dolayısıyla yaptığı bu seçim sayesinde mümkün olacaktır. O
halde her eylemin özel bir özgürlük bileşeni vardır. (162)
- “Kim birkaç gün içinde ünlü olmak ister
ki? Ben iyi yazmak istiyorum.” (Ernesrt Hemingway) Ve nihayetinde, bu
kısmi intiharla birlikte, şöhretin esiri olmaktansa kendi amaçlarını
açıklığa kavuşturarak potansiyellerini ortaya çıkarmanın, kendi doğrusunu
arayıp bulmanın ve içsel bütünlüğünden gelen kendisine has katkılarını
yapmanın verdiği mutluluğu hissederler. (163)
- Kısmi intiharın olumlu bir yanı olduğunu
ve bir tavrın yahut ihtiyacın ölmesiyle birlikte yeni bir şeyin
doğabileceğini hatırlatmak istiyoruz.
- Kişi bilinçli olarak yaşamayı
seçtiğinde;
- Kendi kendine olan sorumluluğu
yeni bir anlam kazanabilir. Hayatına karşı sorumluluğunu taşıması gereken
bir yük olarak görmekten vazgeçip kendi seçtiği bir şey olarak görmeye
başlayabilir. Düşünen her insan teoride özgürlük ve sorumluluğun el ele
durduklarını fark eder, kişi özgür değilse bir tür otomat halini almıştır
ve eğer kendi sorumluluğunu taşıyamıyorsa özgürlüğün sorumluluğunu
üstlenemez.
- Dışarıdan gelen disiplinin artık özdisiplin halini almasıdır. Hayatına dair ne yapmak istediğini daha özgürce seçebileceği ve ulaşmak istediği değerler uğruna disiplinin gerekliliğini gördüğü için kabul eder. Nietzsche buna “kaderini sevmek” derken Spinoza “hayatın kanunlarına itaat”ten bahsediyor. (165)
6 YARATICI BİLİNÇ
- İnsan “etik bir hayvan” dır; Etik
muhakeme yapma kapasitesi –özgürlük, mantık ve insanoğlunun diğer evrensel
özellikleri gibi- kendi benlik bilincine bağlıdır. (167)
- Ailesinin bireylerini rastlantısal bir
şekilde doğumdan itibaren kendini onlarla birlikte bulduğu için değil,
sevilmeye değer olduklarını düşünüp onları sevmeyi seçtikleri için sever;
çalışmaya devam etmesinin nedeni rutinleşmiş bir düzene uymak değil
yaptığı şeyin değerine inanmaktır.
- “Biçimi her nasıl olursa olsun inançla
yönetilen her çağ kendi içinde görkemli, yüceltici ve verimlidir. (169)
- Helenistik dönemin sonlanmasında ve
ortaçağcılığın alacakaranlığında olduğu gibi tarihsel bir sürecin geçiş
yahut parçalanma döneminde “inanç” da parçalanma eğilimi gösterir.
- Toplumda nesilden nesle
aktarılan inanç ve gelenekler bireysel canlılığı baskılayan bir kalıp,
bir tür ölü biçim halini alır.
- Canlılığın gelenekten koparak
toprakta her yöne saçılan sıvılar gibi gücünü yitiren geniş çağlı bir
isyan haline gelmesidir. (170)
- Çağımızdaki ikilem de bir tarafta
otoriter eğilimler, diğer taraftaysa yönsüz bir canlılığın arasına sıkışıp
kalmadık mı?
- İnsanların “”köksüzlük” sıkıntısı
çekerek “denize düşen yılana sarılır” mantığıyla kendilerini güvende hissetmek
için otoriteye ve yerleşik kurumlara sığınma eğilimi gösterdikleri
konusunda herkes benimle hemfikir olacaktır. (170)
- Son birkaç yıldır “dine dönüş”ten çok daha farklı yeni bir hareket oluşmaya başlamış durumda. Birçok entelektüel ve duyarlı insan kültürlerin dinsel ve ahlaki geleneklerden kopmaya başladığı ve değerlerin yeniden keşfedilmesi gereken bir çağda İşaya,Eyüp, İsa, Buda, Lao-tzu’da çok önemli bir şeyin eksik olduğunun ayırtına gitgide daha çok varmaya başladı. Artan bir ilgiyle geçmişin ahlaki ve dinsel bilgeliğine dönmeye başladılar. (172)
Adem ve Prometheus
- İnsan ahlaklı bir hayvandır; ancak ahlaki
farkındalık kazanması kolay değildir. İnsanın ahlaki yargılama gücü
çiçeklerin güneşe dönmesi kadar doğal bir şekilde ortaya çıkmaz. Aksine,
İçsel çatışma ve endişe pahasına kazanılır.
- 1 ile 3 yaşları arasında, yani özfarkındalığın
ortaya çıkmaya başladığı dönemde her insanın yaşadığı gelişim sürecini
ilkel Mezopotamya insanına basit bir şekilde aktarmaktadır. Bundan önceki
dönemde birey, ana rahminde geçen süreyi ve ebeveynler tarafından
bakılarak rahat bir hayat sürdüğü ilk bebeklik çağını sembolize eden
Cennet Bahçesi’nde yaşamaktadır. (174)
- “Masumiyet”in kaybı ve ahlaki hassasiyetin
belirmesiyle efsane kişinin benlik bilinci, endişe ve suçluluk duygusunun
ağırlığını sırtlandığını göstermektedir. (174)
- Bilgisizliği kabullenmek bilgeliğin ilk adımıdır ve
insanoğlu ancak alçakgönüllü ve dürüst bir şekilde bu kısıtlamalarını
itiraf ettiği müddetçe güçlerini yaratıcı bir şekilde kullanıp sınırlarını
aşabilir. (Sokrates) (177)
- Benlik bilinci geliştirmemek dolaylı yoldan
ödüllendirilir. Bu durum soru sormadan itaat etme eğiliminin artması ya da
kişisel sorumluluğun en aza inmesinin istenmesinde farksızdır. (179)
- Hayatını etrafında kurabileceği birtakım değerlerin arayışında olan günümüz insanı bunun basit bir yolu olmadığı gerçeğiyle yüzleşmek zorundadır. Nasıl ki özgürlük ve seçme sorumluluğu ağır bir yük haline geldiğinde ebeveynlerine sığınması sağlıklı bir durum değilse, benzer şekilde onu kurtaracak olan şey “dine dönmek” de değildir. Ne de olsa ahlakla din arasında, ebeveynlerle çocuk arasındakine benzer bir ikili ilişki vardır. (181)
Din – Bir Güç Kaynağı Mı? Yoksa Zayıflık mı?
- Bilim duygusal güvensizlik ve şüpheden kaçarak
sığınılabilecek katı, doğmatik bir inanç ya da gerçekliği arayan zihin
açıcı bir uğraş olarak görülebilir. Gerçekten de toplumumuzun zeki
çevrelerinde bilime olan inanç daha fazla kabul gördüğünden sorgulama
olasılığı da o denli azdır, hatta günümüzde belirsizliklerden kaçmak için
bu inana dine kıyasla daha sık başvurulmaktadır. (184)
- Salt itaat etmek bireyin ahlaki farkındalığıyla
içsel gücünün gelişimine ket vurur. Uzun bir süre boyunca dışsal
gerekliliklere itaat eden kişi ahlaklı, sorumlu seçim yapma gücünü
yitirir. Bu kişilerin iyilik ve mutluluğa ulaşma güçleri de böylelikle
azalır. (188)
- “İtaat ahlakı”,
yani “benliği başkasına tabi kılarak iyiliğe erişmeye” atfedilen önemin
modern kültürdeki gücünü nereden aldığına daha yakından baktığımızda bu
kişilerin tam olarak nelerden vazgeçmek zorunda kaldıklarını daha somut
bir şekilde görebiliriz. Bu durum modern biçimini son 400 yılda gelişen
sanayileşme ve kapitalizmden almaktadır. (189)
- Kitlesel sanayi devriminin değişen ekonomik düzenine
alışmaya çalışan işçi grupları, kuzgunlar tarafından beslenen Elijah’dan farklı
olarak maaş çeklerinin tanrıdan gelmeyeceğini fark ederek sendikalar
aracılığıyla uygun maaşlar almak için baskı uygulamaları gerektiğini
öğrenmişlerdir. (190)
- Dindar insanların mali güvencelerini sağlamak için herhangi
bir girişimde bulunmamaları da toplumumuza yerleşmiş olan ve kişi “iyi”
olduğu takdirde maddi güvencenin bir şekilde otomatikman sağlanacağı
yönündeki varsayımın, yani Tanrı’nın size göz kulak olacağına dair inançla
yakın ilişkisi olan varsayımın kanıtlarından biridir. (190)
- Kişi insanların başkalarının otoritesi altında
olmaları gerektiğine inanıyorsa bakılmak için kendinden daha güçlü
insanlara itaat etmekle kalmaz, kendinden daha düşük seviyedeki başka
insanlara bakmayı –ve onların üzerinde gücünü kullanmayı- 1görev” sayar.
- Dinsel bağımlılıkla beslenen bir eğilim de kişinin
kendi değerini, prestijini ve gücünü başkalarıyla özdeşleşerek
hissedebilmesidir. Genellikle papaz, haham, psikopos ya da prestij ve güç
anlamında hiyerarşik olarak daha üst konumda olan idealleştirilmiş
figürlerle yapılan bir özdeşleşmedir. Bu eğilim de dinle sınırlı değildir;
iş dünyasında, politika ve toplum hayatının farklı yerlerinde
rastlanabilir. (191)
- Tanrı’ya sığınma sebebi dehşet ve yalnızlıktan kaçma
ihtiyacı olduğunda din insana olgunluk yahut güç kazandırmaz. Teolojik bir
bakış açısıyla yazan Paul Tillich, açık bir şekilde yüzleşmedikçe
umutsuzluk ve endişenin asla aşılamayacağını belirtir. Olgunluk ve
yalnızlığın üstesinden gelebilmek ancak yalnızlığın cesurca kabullenmesiyle
mümkündür. (193)
- Kişi, bakılma talep etmeyebilecek bir hale
geldiğinde, tek başına ayakta durabilme cesaretine sahip olduğunda otorite
sahibi biri gibi konuşabilir.
- “Tanrıyı çok seven kimse O’nun tarafından sevilmeyi
beklememelidir. Bu sözler erdemin mutluluğa dair bir hak iddiası değil
mutluluğun kendisi olduğunu; Tanrı sevgisinin başlı başına bir ödül
olduğunu, güzellik ve doğruyu onları seven sanatçının, bilim insanının ya
da filozofun kredisini arttırdığından değil iyi oldukları için sevdiğimizi
bilen bir insana aittir. (193)
- Dinin, kişiyi kendi onuru ve değeri bağlamında
güçlendirdiği, hayattaki değerlerini olumlaması için ona güven duygusu
verdiği ve kendi etik farkındalığı, özgürlüğü ve kişisel sorumluluğunu
kullanıp geliştirmesine yardımcı olduğu müddetçe yapıcı bir kavram
olduğudur. Dinsel inanç yahut dua gibi uygulamalar kendi başlarına “iyi”
ya da “kötü” olarak nitelendirilemezler. İrdelenmesi gereken soru bu inanç
yahut uygulamaların kişiyi kendi özgürlüğünden ve “birey” olmaktan ne kadar
uzaklaştırdığı, yahut kendi sorumluluklarıyla etik gücünü kullanması
yönünde ne denli güçlendirdiğidir. (195)
Geçmişi Yapıcı Kullanımı
- “Atalarından aldığın her ne varsa,
kendinin kılmaya çabala” Goethe
- Yetişkin kimse birey olarak belli ölçüde
bir özgürlük ve kişilik kazandıkça içinde yaşadığı toplumun
geleneklerindeki bilgeliği edinerek kendinin kılmak için bir temel
oluşturabilir. Eğer bu özgürlük yoksa gelenekler kişiyi zenginleştirmek
yerine kısıtlar. Uyulması gereken içselleştirilmiş bir dizi kural halini
alabilirler fakat kişinin birey olarak içsel gelişiminde yapıcı bir
etkileri olmayacaktır. (196)
- Tarih sosyal ve müşterek bedenimizdir:
onun içinde yaşar, hareket eder ve var oluruz; Kendimizi ondan kesip
ayırmanın, onu önemsememenin, “Bedenim Palavradır” demekten farkı yoktur.
(196)
- Geleneğin gücü altında ezilen, onun
varlığına dayanamayan ve dolayısıyla ya ona uymaya, ya da kendilerini
ondan koparıp ana isyan etmeye çalışanlar kendi kişisel kimlikleri zayıf
olan kimselerdir. (197)
- Kişi kendi deneyiminin derinliklerine
daldıkça tepki ve üretimleri de o denli özgünleşir.
- Kişi tarihsel geleneklerindeki deneyim
ve biriktirilmiş bilgiye yüzleşebildiği derinlik ölçüsünde kendini tanır
ve kendisi olabilir. (198)
- Gelenek benden
ne bekliyor? Geleneği
otoriter bir kullanıma dönüştürmektedir. Gelenek yalnızca kendi canlılık
ve yaratıcı içgörüsünü bastırmakla kalmaz, aynı zamanda kendi seçimlerine
dair sorumluluklarından da kaçmanın bir yöntemi halini alır.
- Gelenek bana
insan hayatı, özellikle de içinde bulunduğumuz dönem ve yaşadığım
sorunlarla ilgili neler söyleyebilir? Tarihsel süreç boyunca biriken
geleneği kendini bir birey olarak zenginleştirip yolunu bulabilmek
amacıyla kullanılıyordur. (198)
- Dinsel gelenekteki devralınan bilgelikle
yaratıcı bir ilişki kurabilmek için gerekli olan şeylerden biri de dinsel
tartışmayı “Tanrı’ya olan inanç” gibi sorunlu biçimlerden
uzaklaştırmaktır.
- Her şeyin mekanik ve fiziksel bilimlere
düzgün bir şekilde uyan yöntemlerle kanıtlanması gerektiğini varsayma
eğilimine gireriz. Tanrı’yı diğer varlıkların üzerinde bir varlık olarak
cennet denen yere yerleştirmek çelişkilerle dolu, çağ dışı bir bakış
açısıdır ve aksi kolaylıkla ispat edilebilir. Tanrının varlığını onaylamak
da en az inkâr etmek kadar ateistik bir davranıştır. Tanrı bir varlık
değil, varlığın kendisidir. (Paul Tillich) (199)
- Dini hayatın bir anlamı olduğuna dair
bir varsayım olarak tanımlıyoruz. “Din yahut din eksikliği birtakım
entelektüel ya da sözel formülasyonlarla değil, kişinin hayata sağladığı
uyumla gösterilebilir.
- Kişinin dinsel tavrı insanın uğruna
yaşaması yahut ölmesini gerektirebilecek değerler olduğuna inandığı
noktada mevcuttur. (199)
- Dinin psikolojik olarak kişinin kendi
varlığıyla ilişki kurabilmesi anlamına geldiğinin altını çizmek istiyoruz;
- Dinsel ya da bilimsel gerçekliğe dair
katı bir görünüşe sahip olanlar daha dogmatik bir hal alarak hayret
etme/hayran olma kapasitesini yitirirler; kendi özgürlüklerinden
vazgeçmeden “atalarının bilgeliğini edinen” kimselere hayretin/hayranlığın
onlara keyif verdiğini ve hayatın anlamına dair görüşlerini
sağlamlaştırdığını görürler. (200)
- İsa’nın çocukların tavırlarına dair
yüksek beğenisinin altında hayranlığın önemi yatmaktadır: “Küçük çocuklar gibi
olmazsanız Göklerin Krallığı’na asla giremezsiniz. “Çocukluk” ya da
“gelişmemişlik” ile hiçbir ilgisi yoktur; Çocukların hayret etme/hayran
olma becerilerine yapılan bir atıftır. Çoğu yetişkin ve yaratıcı bireyde
mevcuttur. Hayranlık / hayret sinizim ve sıkıntının karşıtıdır; kişinin
yüksek bir canlılık seviyesine sahip, ilgili, beklentileri olan ve
karşılık veren bir yapısı bulunduğunun işaretidir. Sürdürmesi kolay bir
tavır değildir.
- “Hayran olma becerisi çabuk söner”
(Joseph Wood Krutch) (201)
- Hayranlık/hayret, kişinin hayatta en
fazla anlam atfetdip değer verdiği şeyin bir getirisidir. Her ne kadar
zaman zaman trajik bir dramı takip etse de aslında olumsuz bir deneyim
değildir; zira temelinde hayatın genişlemesidir ve hayranlığa eşlik eden
genel duygu neşedir.
- “İnsanın ulaşabileceği en yüksek mertebe
hayranlıktır.” (Goethe) (201)
- Hayranlık/hayret aynı zamanda
alçakgönüllülükle dirsek temasındadır. Burada kastedilen kendi yaratıcı
çabalarıyla bir şeyler verebildiği gibi “verileni” de kabul edebilen zihni
zengin kişilerin alçakgönüllülüğüdür. (201)
- Zarafet “bahşedilen” bir şey, ortaya
çıkan yeni bir uyum halidir ve her zaman insanın “kalbini hayranlıkla
doldurur.” (202)
- Kişinin kendini yaratıcı coşkuya,
sevilen kişiye ya da dinsel inanca teslim etmesi toplumumuzda sıklıkla
rastlanan yanlış bir kanıdır.
- Herhangi bir sanatçı ya da müzisyen
–sözüm ona “kendinden geçerler”- size yaratıcılık deneyimi esnasında
farkındalıklarının arttığını ve yoğun bir faaliyet içine girdiklerini
söyleyecektir. Bu durumu cinsel ilişkiye benzetecek olursak “kendini
verme” durumu eriksiyon, hareket ve dolayısıyla herhangi bir ilişki
olmadan cinsel ilişkiye girme şeklinde ifade edilebilir. Tepkisellik dahi
canlı olmayı gerektirir. (202)
- Herhangi bir deneyim zarafeti yahut
verdiği keyif kişinin söz konusu etkinliğe katılımıyla doğru orantılıdır.
- Vicdan genellikle geleneğin içimizde
olumsuz ifadeler sarf edip duran sesi şeklinde algılanır. Bu durumda
vicdan kişinin faaliyetlerini kısıtlar.
- “Sınıfa gitmek istemediğinizde
vicdanınız sizi gitmeniz gerektiğine zorlar” Vicdan kişinin yapmak istediği
şeye karşı duruyordu ve bir tür bekçi ya da kamçı görevi üstlenmişti.
Asıl önemli olan vicdanını dersten alabileceğinin en fazlasını almasını
sağlayacak bir rehber ya da öğrenip çalışma anlamında kendi amaç ve
hedeflerinin yükselen sesi olarak görmeye hiç değinmemesidir.(203)
- Vicdan daha ziyade, gelenek ve
anlık deneyimin birbiriyle çatışması değil, kişinin kendi içgörüşü, ahlak
hassasiyeti ve farkındalıklarının derinliklerine erişebilme
kapasitesidir. (203)
- Vicdanın olumlu yönleri; bireyin kendi içinde bulunan bilgelik ve içgörüye ulaşmasını sağlama ve artan deneyime uzanan yolda rehber görevini gören vicdan.
İnsanın Değer Biçme Gücü
- Toplumumuzdaki değerlerin kaybedildiğine dair
tartışmada;
1.
Yeni
değerler dizisi oluşturmak gerekli
2.
Geçmişten
gelen aşk, eşitlik ve insanların kardeşliği gibi değerlerle ilgili sorun yok,
bu değerleri hayatımıza geri kazanmak
Şeklinde
görüş bildirdiler.
İki yaklaşımın da
temel sorunu modern insanın olumlama ve ona inanma gücünü büyük ölçüde
kaybetmiş olduğu gerçeğini es geçmesidir.
- Kişi değerlere dair kanılarını
entelektüel tartışmalardan almaz. Hayatta gerçekten değer verdiği şeylerin
hepsini birer gerçeklik olarak kabul eder. (205)
- Etik yargı ve karar bireyin kendi
değerlendirme gücünden kaynaklanmalıdır. Birey tüm benliğiyle onayladığı
takdirde herhangi bir davranış biçimini kendi gerçekliğinin bir parçası
yaparak hayatıyla ilişkilendirmeyi seçer. Değerlerin ancak bu şekilde
kendi hayatı için bir etkisi ve inandırıcılığı olacaktır. (206)
- Ezberden yahut kurallara uyarak hareket
ettiğimizde nüaslara, yeni olasılıklara, her durumun bir diğerinden farklı
oluşuna gözlerimizi kaparız. Kişi yapacağı eylemi seçtiğinde, hedefini
kendi farkındalığıyla onayladığında eylemin bir inandırıcılığı ve gücü
olacaktır, çünkü ancak o zaman kişi yaptığı şeye gerçekten inanacaktır.
(206)
- “Kimse değer biçmeden yaşayamaz; Değer
biçmek yaratmaktır. Değer biçmenin kendisidir, tüm değer biçilmiş şeylerin
değeri ve mücevheri. Değer biçmek sayesinde vardır değer. (207)
- Özgür, spontan bir insan olarak çizilen her çizgi içinde zarafet ve ritim vardır. Çocukların kendi basit ve dürüst hislerini ifade edebildikleri resimlerin güzel olmasının sebebi budur. Güzellik kavramına dair algımızın altında evrenin ilkelerine olan uyum, denge ve ritim yatar; bunlar benzer şekilde beden ve benliğin farklı yönlerinin ritim ve dengesinin uyumunda da mevcutturlar. Fakat çocuk kopyalamaya, yetişkinlerden övgü almak için çizmeye ya da kurallara uymaya çalıştığında çizgileri katılaşır, kısıtlanır ve zarafet kaybolur.
Cesaret, Olgunluğun Erdemi
- Cesaret her dönemde insanoğlunun
bebeklikten kişiliğini kazanmanın olgunluğuna uzanan zorlu yolu
katedebilmesi için gereken en temel erdem olmuştur.
- Cesaret kişinin kendi benliği ve olasılıklarıyla ilişki kurabilme yolu olarak kullanıyoruz. Kişi kendisiyle uğraşma cesaretini edindiğinde, her tür dışsal durumun getirisi olan tehditlerle çok daha sakin bir şekilde yüzleşebilir.
Kendi Olma Cesareti
- Cesaret, kişi özgürlüğe eriştikçe ortaya çıkan
endişeyle yüzleşebilme kapasitesidir. Farklılaşma ebeveyn bağımlılığının
koruyucu ortamından çıkarak yeni özgürlük ve bütünleşme seviyesine geçmeye
karşı duyulan istektir. (214)
- Kişinin tanıdık çevreden çıkıp sınırlarını aşarak
bilinmeyene doğru ilerlerken attığı her adımda cesarete ihtiyaç duyulur.
(214)
- Cesaretin zıttı korkaklıktan ziyade cesaret
eksikliğidir.
- Yaşadığımız çağın sorunu cesaretin karşıtı robotsu
uymacılıktır.
- İnsanların cesaretten yoksun olmalarının nedeni
yalnız kalmak ya da “sosyal tecride”, yani alaylara, kahkahalara veya dışlanmaya
maruz bırakılmaktır. Toplumsal olarak dışlanan ve kabile üyelerince yokmuş
gibi davranılan insanların sonunda öldükleri durumlar gözlenmiştir. (215)
- Tüm yaratıcı ilişkilerin temelinde cesaret vardır.
(216)
- Her özgün yaratıcılık eylemi daha yüksek bir öz
farkındalık düzeyi ve kişisel özgürlüğe erişmek anlamına gelir.
- Cesaret yalnızca kişi zaman zaman kendi özgürlüğüne
dair kararlar verirken değil, özgür ve sorumlu bir birey haline gelebilmek
için benliğini inşa ederken verdiği tüm kararlarda da gereklidir.
- Galileo, Engizisyon’un karşısında düşüncelerinden
ödün vererek dünyanın güneşin etrafında döndüğüne dair fikrini
değiştirmeyi kabul etti. Fakat asıl önemli olan içsel anlamda özgür
kalmaya devam ettiğidir. Galileo bu sayede çalışmalarına devam edebildi.
- İçsel özgürlüğü korumak ve içimizde yeni yerler
keşfetmek üzere çıkılan yolculuğa devam etmek, dışsal özgürlük için
muhalif bir duruş sergilemekten daha fazla cesaret gerektirir. (220)
- Çocuğun ebeveynlerinin onaylamadığı bir şeyi yapmaya
cesareti olup olmaması, bilinçsizce üstlendiği rolün kendi çıkarlarını
korumak mı yoksa itaatkâr bir şekilde “zayıfı oynayarak” herkesçe sevilmek
mi olduğuna bağlıdır. (220)
- Ölümü göze almak kendi varlığından daha yüce bir
değere adanmışlık ve bununla birlikte gelen gerektiğinde hayatından
vazgeçebilme cesaretidir. (220)
- Kişinin cesaretini geliştirme sürecindeki en büyük
engel kendi içinde sahip olduğu güçlerden kaynaklanmayan bir hayatı
benimseme zorluğundandır. (221)
- Aşırı korunan bir çocuk cesaret duygusunu geliştiremiyorsa,
hırçınlık yahut zorbalık eğilimleri gösterebilirler.
- Ne aşırı korunmaya ne de öne sürülmeye, sadece kendi
güçlerini geliştirip kullanabilmesine yardım edilmesine ve hepsinden
önemlisi de ebeveynlerinin onu bir birey olarak görüp sahip olduğu değer
ve özellikler için sevmelerine ihtiyacı vardır. (223)
- Cesaret kişinin hassasiyetiyle özgüveninden
kaynaklanır ve kendini küçük gören kimseler cesur değildir.
- Kendini beğenmişlik ve narsisizm -yani övülmek ve
beğenilmek için duyulan kompulsif (takıntılı düşünce) ihtiyaç- kişinin
cesaretini baltalar, mücadeleye kendisinin değil bir başkasının görüşü
için devam eder. (224)
- Cesaretin ayırıcı özelliği kendi görüşlerinin arkasında durabilmektir. (225)
Sevgiye Bir Önsöz
- Bir erkekle kadın arasındaki cinsel sevgi
genellikle iki duygunun bir karışımıdır.
- “Eros” yani ötekine duyulan ve
bireyin kendini gerçekleştirmesini sağlayan etmenlerden biri olan CİNSEL
İSTEK
- Karşımızdaki insanın değeri ve
öneminin onaylanmasıdır.
- Sevmeyi öğrenmeye başlamak için en
yapıcı yol nasıl sevemediğimizi görmektir. (228)
- Bütünlüğe ulaşmanın başlıca sorunu,
hatta kurtuluşumuzun anahtarı kendimizi sevmeye ve sevilmeye açabilmektir.
Mayıs/2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder