17 Eylül 2015 Perşembe

AZ SEÇİLEN YOL (Dr. M. Scott Peck)


Ben, akıl ile ruh arasında bir fark görmüyorum, bunun için de ruhsal tekâmül ile zihinsel tekâmül süreçleri arasında da bir ayırım yapmıyorum.

BÖLÜM 1 DİSİPLİN
  • Yaşam zordur. Bir kez gerçekten zor olduğunu anlarsak –iyice anlar ve kabul edersek- yaşam artık zor olmaktan çıkar, çünkü bunu kabullenince artık yaşamın zor olduğu gerçeği artık önem taşımaz.
  • Yaşamın sorunlarını çözebilmek için gereksindiğimiz temel amaç disiplindir.
  • Yaşamı zor kılan şey, sorunlarla yüz yüze gelme ve onları çözme sürecinin acı verici olmasıdır.
  • Olayların ve çatışmaların bizde uyandırdığı acıdan dolayı onları sorun olarak adlandırırız.
  • “Acı veren şeyler öğreticidir.” (Benjamin Franklin)
  • Hemen hepimiz getirdiği acıdan korkarak, az ya da çok sorunlardan kaçınmaya çalışırız. Bu sorunlardan kaçınma eğilimi tüm ruh hastalıklarının temelini oluşturur.
  • Disiplin araçları nelerdir
1.       Haz duygusunun geciktirilmesi
2.       Sorumluluğun kabulü
3.       Gerçeğe sadakat
4.       Dengeleme

HAZZIN GECİKTİRİLMESİ
  • Hoşlanmadığı işleri iş gününün ilk saatlerinde bitirmeye çalışmasını önerdim. Böylece geri kalan altı saatini zevkli geçirme olanağını bulacaktı.
  • Hazzı geciktirme önce acıyı çekip bitirdikten sonra hazzın tadını çıkaracak şekilde planlama sürecidir. 12 yaş civarı bazı çocuklar ana babalarının dürtmesine gerek kalmaksızın, kendiliklerinden, televizyon seyretmeye başlamadan önce, oturup ev ödevlerini bitirmeyi öğrenmişlerdir.
  • “Şimdi eğlen, sonra bedelini ödersin.” Psikologlar ve psikoterapistler iş başına çağrılırlar.
  • Neden çoğu insan “hazzı geciktirme” yeteneğini kazanabilirken, önemli bir azınlık bunu –çoğu kez hiçbir zaman- başaramaz. Bunun yanıtı kesin ve bilimsel bir şekilde verilemiyor. İşaretlerin çoğu, bunda ana babanın rolünün en önemli etken olduğunu gösteriyor.
BABALARI GÜNAHLARI
  • Disipline giremeyen çocukların, çocuklukları süresince küçücük suçlar için dahi ana babaları tarafından –tokatlanarak, çimdiklenerek, tekmelenerek ve dövülerek- sık sık ve şiddetle cezalandırılırlar. Benim dediğimi yap ama yaptığımı yapma türü ana babalardır. Çocukların önünde kavga ederler, pasaklıdırlar, söz verip sonra da tutmazlar. Kendi yaşamları çoğu kez düzensiz ve karışıklık içinde bulunduğundan, çocuklarının yaşamlarını düzene sokmaya kalkışmaları da çocuklara anlamsız gelir. Çocukken karşılaştırma olanağımız olmadığı için, ana babamız bir şeyi belli bir ölçüde yapıyorlarsa, küçük bir çocuğa göre, o şey mutlaka onların yaptığı gibi yapılmalıdır.
  • Örnek oluşturmaktan daha da önemli bir şey vardır; Sevgi. 
  • Bir şey bizim için değerliyse onun için vakit harcarız, ondan zevk almak ve ona bakmak için vakit ayırırız. Eğer çocuklarımıza ayıracak zamanımız yoksa, yol göstermemize ihtiyaç duyduklarını fark edecek kadar bile onları gözleyemeyiz.
  • Kötü davranışları bizi harekete geçirecek kadar sinirlendirirse, bu kez disiplin uygularız ama zalimce. Sırf kızgınlığımızdan yaparız.
  • Çocukları gözlemek ve onların ihtiyaçları üzerinde düşünmek için zaman ayıran her ana baba, verilmesi gereken kararlar konusunda sıkıntı çeker ve sonra da çocuklarının duyduğu acıyı gerçekten paylaşırlar. Çocuklar da bunu görürler. Onlar da acı çekmesini öğrenirler.
  •  Ana babalarının kendilerine ayırdığı zamanın niceliği ve niteliği çocuklar için, kendilerine ne derece değer verildiğinin bir göstergesidir.
  •  Sevgisiz olan bazı ana babalar, ilgi eksikliğini örtbas etmek için çocuklarına sık sık onları ne kadar sevdiklerini söylerler, bunu mekanik bir şekilde sık sık tekrarlarlar.
  • Gerçekten sevilen çocuklar bazen darılırlar ve o zaman kendilerini ihmal edilmiş hissedebilirler ama bilinçaltında kendilerine değer verildiğini bilirler.
  •  Değerli olma duygusu, insanın kendini değerli hissedebilmesi ruh sağlığı için şarttır ve kendini disipline sokmanın da temel taşıdır. Bu duygu ana baba sevgisinin direkt bir ürünüdür. Bu inanç çocuklukta edinilmelidir; yetişkinlikte edinilmesi çok zordur.
  • Çocuklar kendilerini değerli hissetmeyi öğrendilerse, yetişkinliğin getireceği değişikliklerin bunu yok etmesi hemen hemen olanaksızdır.
  • Kendimize değer veriyorsak zamanımıza da değer veririz. Zamanımıza değer veriyorsak, onu iyi kullanmak isteriz. (s21)
  • Ana baba sevgisini hissederek büyüyen çocuklar, güven hissi de duyarak yetişkinliğe adım atarlar. Bütün çocuklar terk edilmekten korkarlar. Bu korku çocuk altı aylıkken, yani kendinin, ana babasından ayrı bir varlık olduğunu algılamaya başladığı zaman oluşur.
  • Çocuk için ana babanın kendisini terk etmesi, ölümle eşdeğerdir.
  • “Anne baba seni unutmayacak, biliyorsun değil mi?” Sözlerle davranışlar birbirini tutarsa, buluğ çağına eriştiğinde çocuk artık terk edilme korkusundan kurtulmuştur. Dünyanın yaşanacak, güvenli bir yer olduğunu ve gerektiğinde korunacağını ta derinlerinde hisseder.
  • Çocuk, ana babası tarafından terk edilir; bu ölüm, bırakıp gitme ve ihmal yoluyla olabileceği gibi sırf sevgisizlikten, aldırmazlıktan da olabilir.
  • Çocukları en kolay ve çabuk disipline sokabilmek için onları terk etme tehdidini bazen açıkça bazen de üstü kapalı bir şekilde kullanırlar. Çocuklarına şu mesajı verirler; “Eğer yapmanı istediğim şeyleri aynen yapmazsan seni sevmem” Bu kuşkusuz terk edilmek yani ölüm demektir. Çocuklarının üzerinde kontrol mekanizması kurmak ve onlara hükmetmek uğruna sevgiyi feda ederler. Karşılığında da, gelecekten son derece korkan çocuklar bulurlar karşılarında. Dünyayı tehlikeli ve korkutucu bir yer olarak algılarlar.
  • İdeal olan, ana babanın kendilerini disipline sokmuş olmaları ve sürekli ve gerçek sevgi göstermeleridir.
SORUN ÇÖZME ve ZAMAN
  • Çim biçme makinesini tamir eden komşuma; “Doğrusu sana hayran oldum” Ben böyle şeyleri hiç tamir edemem, bu gibi şeylere pek aklım ermez.  Yanıt; hiç zaman ayırmıyorsun da ondan.
  • Birçok insan yaşamın getirdiği entelektüel, toplumsal ya da ruhsal sorunları çözmek için gerekli zamanı ayırmaz.
  • Sorunlara hemen çözüm bulmak için sabırsızca yapılan yetersiz çabalardan çok daha ilkel ve zararlı bir yaklaşım, sorunların kendiliğinde yok olacağı umududur. Sorunlar yok olmaz. Ya çözmek için çalışırsınız ya da oldukları gibi kalırlar. Bu durumda da ruhun gelişip olgunlaşmasına sürekli bir engel oluştururlar.
  • Sorunları göz ardı etme eğilimi de hazzı geciktirme konusundaki isteksizliğin basit bir tezahüründen başka bir şey değildir. Sorunlarla yüz yüze gelmek acı vericidir.
  • Gelecekte acı duyulmayacağını ümit ederek şu anda duyulan hazzı sürdürmek yerine, gelecekte haz duyacağı umuduyla şimdi acı çekmeyi tercih etmektedir. (s28)
  • Çocukların sorunları da ne kadar uzun süreyle ihmal edilirse o kadar büyür, çözümü o kadar daha acı verici ve zor hale gelir.
SORUMLULUK
Yaşamın sorunlarını çözmenin tek yolu, onları çözmektir. Bir sorunu çözmeden önce onun sorumluluğunu kabul etmemiz gerekir. Bir sorunu ancak, “Bu benim sorunum ve bunu çözmek de bana bağlı” dersek çözebiliriz.

NEVROZLAR ve KARAKTER BOZUKLUKLARI
  • Nevrotik biri çok fazla sorumluluk üstlenir; Karakter bozukluğu olan bir kişi ise çok az. Nevrotikler otomatik olarak suçun kendilerinde olduğunu varsayarlar.
  • Nevrotik birinin konuşmasında sık sık şu ifadeler yer alır. Yapmalıydım, Mecburum, Yapmamalıydım; bu tür ifadeler kişinin kendisiyle ilgili imajını gösterir.
  • Karakter bozukluğu olan birinin konuşmasında Yapamam, Yapamadım, Yapmak zorundaydım ifadeleri yer alır. Bu tipler kendilerini hiçbir tercih hakkı bulunmayan davranışları tümüyle kendi kendi kontrolü dışındaki güçlerce yönlendirilen biri olarak görürler.
  • Psikoterapi açısından Nevrotikler, karakter bozukluğu gösterenlere tercih edilirler. Bunlarla çalışmak kolaydır çünkü karşılaştıkları zorluklar için kendilerini sorumlu tutarlar ve kendilerini sorunlu olarak görürler.
  • Birçok kişi hem nevrotiktir hem de karakter bozukluğu gösterir. Böylelerine “karakter nevrozlular” adı verilir. Bunlar yaşamlarının bir bölümünde gerçekte kendilerinde olmayan sorumlulukları yüklendiklerinden dolayı suçluluk duygusuyla doludurlar; başka bölümlerinde ise kendilerine düşen gerçek sorumlulukları yüklenmekten kaçarlar.
  • Yaşamımız boyunca sürekli olarak, değişen olaylar karşısında sorumluluklarımızın ne olduğunu gözden geçirerek yeniden belirlememiz gerekir. Bunu layıkıyla ve vicdani olarak yaptığımız takdirde, bu belirleme ve yeniden belirleme insana acı veren bir olaydır.
  • Kavga eden iki yumurcağın her biri mutlaka kavgayı diğerinin çıkardığını ve kendisinin hiçbir suçu olmadığını söyleyecektir. Benzer şekilde bütün çocuklar nevrotiktir; Çünkü başlarına gelen ama henüz anlayamadıkları bütün yoksunluklar için içgüdüsel olarak sorumluluk üstlenirler.
  • Engin bir deneyim kazandıktan ve uzun ama başarılı bir olgunlaşma sürecinden sonra, dünyayı ve bu dünyadaki yerimizi gerçekçi bir şekilde görebilme yeteneğini kazanırız. (s35)
  • Nevrotikler çok iyi ana baba olabilirler, Karakter bozukluğu gösteren insanlar ise berbat ana baba olurlar. “Nevrotikler kendilerini sefil ederler, karakter bozukluğu olanlar ise kendileri dışında herkesi”
  • Karakter bozukluğu olan ana babalar kendi yaşamları için sorumluluk yüklenmekten kaçtıkları için çok defa sorumluluğu çocuklarının üstüne atarlar. “Çocuklar beni deli ediyorsunu” ya da babanızla/annenizle evli kalmamın tek nedeni sizlersiniz” çocuklar da çok kez bu sorumluluğu kabul ederler. Kabul edince de kendileri nevrotik olurlar. Karakter bozukluğu olan ana babalar, hemen daima karakter bozukluğu olan ana babalar ya da nevrotik çocuklar yetiştirirler. Böylece ana babalar kendi günahlarının acısını çocuklarına çektirirler. Karakter bozukluğu olan kişiler, kendi sorunları için başkalarını suçlamaya devam ettikçe, bu sorunlar da devam edecektir. Bu yolla hiçbir şey elde edilmez. Sorumluluklarını üstlerinden atınca kendilerini rahat hissedebilirler, ama yaşamın sorunlarını çözmekten kaçındıkları sürece ruhen tekamül edemezler ve topluma ayak bağı olurlar.
  • 1960 yıllarda moda olan; “Eğer çözümün bir parçası değilsen, o zaman sorunun bir parçasısın demektir.” Eldridge Cleaver
ÖZGÜRLÜKTEN KAÇIŞ
  • İnsana karakter bozukluğu teşhisi koyması için o insanda sorumluluktan kaçışın oldukça ilerlemiş olması gereklidir.
  • Davranışlarımızın sorumluluğunu kabullenmekte zorlanmamızın nedeni, bu davranışların sonunda katlanmak zorunda kalacağımız acılardan kaçınma arzumuzdan kaynaklanır.
  • Ne zaman kendi hareketlerimizin sorumluluğundan kaçınmak istesek, bu sorumluluğu başka birisine ya da bir örgüte yıkmak isteriz. Ama o zaman gücümüzü bu “başka”sına teslim etmiş oluruz.
  • Büyük bir kişisel güce sahip olduğunuzu kabul edip bununla övünmek yerine, politik gücü olmayışından yakınmayı seçiyoruz.
GERÇEĞE SADAKAT (s42)
  • Gerçek hayatın gerçeğidir. Yalan da gerçek olmayandır.
  • Harita gerçek ve doğruysa genellikle nerede olduğumuzu biliriz ve eğer nereye gideceğimize karar verdiysek, genellikle oraya nasıl ulaşacağımızı da biliriz.
  • Kimsenin doğuştan haritası yoktur, kendi haritasını kendisi yapması gerekir, bu da çaba ister. Gerçeği algılamak ve hakkını vermek için ne kadar çok çaba harcarsak, haritamız da o kadar büyük ve kusursuz olur. Ama harita yaparken en büyük sorun, sürekli olarak gözden geçirme gerekliliğidir. Dünya daima değişim içindedir.
  • Çocukken güçsüz ve bağımlıyızdır.
  • Kişi haritayı değiştirmeye çalışmak yerine, yeni gerçeği yok etmeye çalışabilir.
  • Modası geçmiş görünüşü değiştirmek için gereken çaba ve enerjiden çok daha fazlasını, bu modası geçmiş görüşü savunmak için harcayabilir.
AKRARIM: GEÇERSİZ HARİTA
  • Modası geçmiş bir dünya görüşüne sımsıkı sarılma süreci, birçok ruh hastalığına temel oluşturur.
  • Aktarım, çocuklukta geliştirilen ve genelde çocukluk için tümüyle uygun olan ama yetişkinliğe uygunsuz bir biçimde aktarılan, dünyayı algılama ve ona tepki gösterme yollarıdır. Aktarım daima etkin ve yıkıcı bir şekilde kendini göstermekle birlikte, genellikle farkına bile varmadan oluşur.
  • OLAY: 30 yaşlarında, başarılı bir bilgisayar teknisyeni olan hasta; karısı 2 çocuğunu alarak kendisini terk etmiş. Karısı için üzülmüyor ama çocuklardan ayrılmak onu yıkmış. Karısı psikolojik tedavi görmezse asla geri dönmeyeceğini bildirmiş. Karısının şikayeti anlamsız ve mantıksız onu kıskanması, ona saygısız ve sevgisiz davranması. Kocasının sık sık iş değiştirmesinden şikayetçi. 
Hasta; Zekası ve yaratıcılığı nedeniyle çok aranan biriydi. Sık sık iş değiştiriyordu. Üstlerinden “yalnızca kendi çıkarlarını koruyan düşünen yalancı düzenbazlar” diye söz ediyordu. En çok kullandığı cümle “Kimseye güvenilmez” di. Çocukluğunu “normal” ve ana babasını “herkes gibi” diye tanımlıyordu. Çocukluğu sırasında anne ve babasının kendisini düş kırıklığına uğratılmış. Hafta sonları birlikte birçok şey yapacaklarına söz vermişlerdi ama genellikle “çok meşgullerdi” kafaları o kadar karışıktı ki birçok kez onu partiden, toplantıdan almayı unutmuşlardı. 
Bu adamın başına gelen şuydu; ana babanın ilgisizliğinden yoksun kaldığı için, çocukluğunda bir biri ardına gelen düş kırıklıklarının acısını yaşamıştı. Bunu idrak edince ana babasından bir şey beklemiyordu. Düş kırıklığının şiddeti ve sıklığı azalmıştı.
  • Yaşanan gerçek ya da asıl gerçek, eğer acı veriyorsa, ondan kaçmak isteriz. Ancak, bu acının üstesinden gelebilmek disipline sahipsek, haritamızı düzeltebiliriz.
MÜDAHALEYE AÇIK OLMAK
  • Gerçeğe tam anlamıyla sadık bir yaşam ne anlama gelir? Kendi kendini sıkı bir biçimde incelemek ve sorgulamaktır. Dünyayı biz, onunla olan ilişkimiz yoluyla tanırız. O halde dünyayı tanımak için onu incelemek yetmez; aynı zamanda inceleyiciyi de incelemek gerekir.
  • Bilge olmak için düşünceyle eyleme birleştirmek gerekir.
  • Dış dünyanın incelenmesi ve sorgulanması hiçbir zaman iç dünyamızın incelenmesi ve sorgulanması kadar acı vermez; zaten gerçek bir içsel inceleme ve sorgulamayla geçen bir yaşam acı verici olduğundan, çoğunluk bundan kaçar.
  • Gerçeğe tümüyle sadık kalarak yaşamak mücadeleye açık olmayı, meydan okumaya açık olmayı gerektirir. Haritamızın geçerli olup olmadığının tek yolu onu başka harita yapıcıların eleştiri ve meydan okumalarına açmaktır.
  • Çocuklarımıza deriz ki; “Bana karşılık verme, ben senin annenim/babanım”  şu mesajı veririz; “Birbirimize yaşam hakkı tanıyalım. Eğer beni eleştirirsen, tam bir cadı kesilirim, sen de pişman olursun.“
  • Yaşlı insanlar ailelerine ve dünyaya derler ki; “ben yaşlı ve narinim, eğer beni zorlarsanız ölebilirim, ya da en azından dünya yüzündeki son günlerimi zehir ettiğiniz için kendinizi suçlu hissedersiniz sonra.”
  • İşçilerimize şunu hissettiririz; “Eğer beni eleştirecek kadar cesursanız, bunu haddinizi bilerek yapın, yoksa kendinizi yeni bir iş ararken bulabilirsiniz.”
  • İnsanların psikoterapiye girmemelerinin ana nedeni parasızlık değil cesaretsizliktir.
  • Meydan okunmasına, müdahaleye açıklık, bir yaşam biçimi haline gelmeden hastanın tam ruhsal sağlığa kavuştuğunu söyleyemeyiz.
  • Gerçeğe tümüyle sadık bir hayat, tamamıyla dürüst olarak yaşanan bir hayat demektir.
  • İnsanların yalan söylemesinin nedeni de kendilerine meydan okunmasının ve bunun sonuçlarının getireceği acılardan kaçınmaktır. 
GERÇEĞİ SAKLAMAK (s57)
  • Yalanlar ikiye ayrılabilirler.
    • Beyaz yalanlar; kendisi yanlış olmayan ama gerçeğin önemli bir bölümünü dışarıda bırakan bir şeyi söylemektir.
    • Siyah Yalanlar; Yanlış olduğunu bildiğimiz söylememizdir
  • Bir insan bir kurum içinde az ya da çok etkili olmak istiyorsa, hiç değilse kısmen “ekipten biri” olmalı ve kendi fikirlerini beyan ederken dikkatli davranmalı, zaman zaman kişiliğini kurumun kişiliğiyle kaynaştırabilmelidir. Öte yandan da eğer insan, bir kurumda etkili olmayı tek hedef olarak kabul eder ve sadece suya sabuna dokunmayacak fikirlerini açıklarsa, kişisel onur ve bütünlüğünü yitirir ve tümüyle ekibin bir parçası olur.
  • İnsan ilişkilerinde, fikirleri, duyguları, kanıları, hatta bilgileri ifade etmekten zaman zaman kaçınmalıdır.
  • Gerçeğe sadık olan biri nasıl bir yol izlemeli, hangi kurallara uymalıdır?
    1. Asla yalan söylemeyin
    2. Gerçeği saklamanın aslında potansiyel bir yalan olduğunu asla hatırdan çıkarmayın
    3. Gerçeği saklama kararı, hiçbir zaman kişisel ihtiyaçlara dayandırılmamamlıdır.
    4. Gerçeği saklama kararı daima, gerçeğin kendisinden saklandığı insanın ya da insanların ihtiyaçlarına dayandırılmamalıdır.
    5. Başkalarının neye ihtiyacı olduğunu tayin etmek büyük bir sorumluluktur ve öylesine karmaşık bir iştir ki ancak bir başkansı gerçekten ve içtenlikle severseniz bu sorumluluğu akla uygun bir şekilde yerine getirebilirsiniz.
    6. Başka birinin ihtiyaçlarını tayin etmekte en önemli etken, o kişinin bu gerçeği kendi ruhsal tekamülünde kullanabilme kapasitesini tayin ederken, unutulmaması gereken şey, daima bu kapasiteyi olduğundan az görme eğiliminde olduğumuzdur.
  • Haritalarının sürekli olarak meydan okumayla karşı karşıya bulunması nedeniyle açık insanlar sürekli olarak olgunlaşan ve gelişen insanlardır. Açık olmalarından dolayı, daha kapalı insanlara göre çok daha etkileyici biçimde yakın ilişkiler kurabilirler. Asla yalan söylemedikleri için kendilerinden emin ve başları yukarıdadır. Dünyanın içinde bulunduğu kargaşaya katkıda bulunmazlar.  Var olmak için tamamıyla özgürdürler.
  • İnsan ne denli dürüst ise, bu dürüstlüğü sürdürebilmesi  de o denli kolay olur.
  • Gerçeğe sadık insanlar, açık olmalarından dolayı gizlisiz saklısız yaşarlar;  böyle yaşamak için gösterdikleri cesaretten dolayı da korkudan kurtulurlar. 
DENGELEME
  • Cesur insanlar sürekli, hem kendilerini dürüst olmaya zorlamalı, hem de, gerektiği zaman gerçeği tümüyle saklayabilme kapasitesine sahip olmalıdırlar. Özgür insanlar olabilmek için kendi sorumluluğumuzu tümüyle üstlenmeli ama bir yandan da, aslında bize ait olmayan sorumlulukları da reddetmeyi başarmalıyız.
  • Neşeli ve keyifli yaşayabilmek için zararlı olmadığı hallerde şu anı yaşama ve aklına geldiği gibi davranma yeteneğine sahip olmalıyız.
  • Dengeleme bize esneklik sağlayan disiplindir.
  • Dengeleme disiplininin özünde “vazgeçmek” “feda etmek” yatar.
  • Hayatımızdaki virajları alırken, şüpheli olarak kendimizden bir şeyler vermek zorundayız. Bu vazgeçişin, bu fedakarlığın tek alternatifi yaşam yolunda yolculuğa hiç çıkmamaktır.
DEPRESYONUN SAĞLIKLI OLDUĞUNA DAİR
……..
VAZGEÇME VE YENİDEN DOĞUŞ
  • İnsan ancak kendi benliğinden vazgeçtiği takdirde, hayattaki en kalıcı, en sağlam ve en büyük hazza kavuşur. Yaşama tüm anlamını kazandıran aslında ölümdür. Bu “sır” dinlerin merkezini oluşturan bilgeliktir.
  • İnsanın geçici bir süre benliğinden vazgeçmesi (parantez açma), benliğin sarsılmaz sürekliliği ve onaylanması ihtiyacının, yeni bilgilere ve daha geniş anlayışa ulaşma ihtiyacıyla dengelenmesi eylemidir.
  • Olgun bir farkındalık ancak kişisel geçmişinin kalıntısı olan ön yargıları ve eğilimleri idrak edip bunları telafi ettiğimde mümkün olabilir.
  • Gerçek bir yeniliğin ortaya çıkabilmesi, benzersiz şeylerin, insanların ya da olayların bende kök salabilmeleri için benmerkezcilikten kurtulmam gerekir.
  • Vazgeçmenin acısı, ölüm acısı gibidir; ama eskinin ölümü yeninin doğumu demektir.
  • Yeni ve daha iyi bir fikir, kavran, teori ya da anlayış geliştirebilmemiz için eski bir fikrin, kavramın, teorinin ya da anlayışın ölmesi gerekir.
  • İnsan yaşam yolculuğunda ne kadar ilerlerse, o kadar çok doğumu (haz) ve dolayısıyla da o kadar çok ölümü (acı) deneyimler.  
  • Yaşamanın getirdiği acının hiç değilse hafiflediği bir bilinç düzeyine erişecek kadar ruhen tekâmül edilebilir mi? Yanıt hem evet, hem de hayırdır.
    • Evettir, çünkü bir kez acı tümüyle kabullenildiğinde, bir açıdan artık acı acı olmaktan çıkar. Evettir, çünkü aralıksız disiplin uygulaması, insanı üstatlığa götürür, üstün kılar.
    • Hayırdır; çünkü yeryüzünde doldurulması gereken bir yeterlilik boşluğu bulunmamaktadır. Ruhsal olarak tekamül etmiş insanlar, disiplinleri, hakimiyetleri ve sevgileri dolayısıyla olağanüstü yeterliliğe sahip insanlardır; Bu yeterlilikleriyle dünyaya hizmet etmeye çalışırlar ve sevgi dolu oldukları için de bu çağrıya uyarlar.
  • En iyi karar verebilenler, kararlarının sonucunda en çok acı çeken ama yine de kararlılıklarını yitirmeyen insanlardır. Bir insanın gelişmişliğinin, büyüklüğünün ölçüsü –belki de en iyi ölçüsü-n acı çekme kapasitesidir. Ana tekamül etmiş, büyük insanlar aynı zamanda da neşe dolu olurlar.
  • Eğer sonuçta hedefiniz acı ve sıkıntıdan kaçmaksa, daha yüksek bilinç düzeylerini ya da ruhsal tekamülü aramanızı önermem. Çünkü bir kere, bunlara bir kere acı çekmeden erişemezsiniz; ikincisi, bu düzeye erişirseniz, hayal edebileceğinizden çok daha acı verici ya da en azından daha fazla şeylerin sizden beklenebileceği biçimlerde hizmete devam edilmeniz büyük bir olasılıktır.
  • Bir şeyden vazgeçebilmek için önce ona sahip olmanız gerekir. Eğer hiçbir zaman kazanmamış olduğunuz halde kazanmaktan vazgeçerseniz, başlangıçtaki yerinize, kaybedeb kişi yerine dönmüş olursunuz.
  • Hazzı geciktirme, sorumluluğun üstlenilmesi, gerçeğe sadakat ve dengeleme. Disiplin bu tekniklerden oluşan bir sistemdir.
  • Meditasyon, yoga ve biofeedback (biyolojik geri dönüş yoluyla uyarım)hatta psikoterapinin kendisinin de disiplin teknikleri olup olmadıkları sorulabilir. Benim düşünceme göre bunlar ana teknikler değil ancak yardımcı tekniklerdir.
BÖLÜM 2 SEVGİ (s81)
  1. Sevgi, insanın, kendisinin ve bir başkasının ruhsal tekamülünü desteklemek amacıyla benliğini genişletme arzusudur.
  2. Sevgiden kaynaklanan davranışlarla, sevgi olmayan davranışlara arasındaki en önemli ayırt edici özellik sevgi duyanın (ya da duymayanın) zihnindeki bilinçli ya da bilinçsiz amaçtır.  
İnsan başarılı bir biçimde sınırlarını genişletebilirse, daha büyük bir olma haline ulaşır. Böylece, sevmek başkasının gelişimini amaçlamış olsa bile insanın kendisini tekamül ettirir.
  1. Başkalarına duyulan sevgiyle birlikte kendimize duyduğumuz sevgiyi de kapsar.
Kendini insanın ruhsal gelişimine adamak, kendinizi bir parçası olduğunuz türe adamak demektir.
Kendi ruhsal gelişimimizden, bir başkasının ruhsal gelişimi uğruna vazgeçmemiz gerçekten olanaksızdır.
  1. İnsanın sınırlarını geliştirmesi çaba ister.  Sevgi emek ve çaba ister.
  2. “İrade”, mutlaka eyleme dönüştürülecek kadar güçlü olan isteğin ifadesidir. Hemen herkes bir dereceye kadar sevgi duymak ister, ama aslında birçoğu sevemez.
Sevme isteği, sevmek değildir. Sevgi, yaptıklarıyla belli olur. Sevgi bir irade olayıdır –yani sevgide hem niyet vardır hem de eylem. İrade aynı zamanda tercihi gösterir. Sevmek zorunda değiliz. Sevmeyi seçeriz. Sevdiğimizi ne kadar sanırsak sanalım, eğer gerçekte sevmiyorsak, bu sevmemeyi seçtiğimiz içindir; bunun için de bütün iyi niyetimize karşı sevemeyiz.
Psikoterapiye gelen hastaların hemen hepsinin sevgi hakkındaki fikirleri oldukça karışıktır. Sevginin gizemli görünüşünden dolayı, onunla ilgili bir sürü yanlış kavramdan kaynaklanmaktadır.

AŞIK OLMAK (s84)
  • Sevgi hakkındaki bütün yanlış kavramların engüçlü ve en yaygın olanı, “aşık olma” nın sevgiye eşit olduğu inancıdır.
  • Bir insan aşık olduğunda, hissettiklerini “onu seviyorum” şeklinde ifade edebilir. Ancak, iki sorun var;
    1. Aşık olma deneyiminin özellikle cinsellikle ilgili erotik bir deneyim olmasıdır. Bilinçli ya da bilinçsiz cinsel bir dürtü söz konusu olduğunda aşık oluruz. Çocuklarımızı çok derin bir sevgiyle sevebileceğimiz halde onlara aşık olmayız.
    2. Aşık olma durumunun eninde sonunda geçici bir durum olmasıdır. Kime aşık olursak olalım, bu ilişki yeterince devam ederse, er ya da geç aşk sona erer. Bununla aşık olduğumuz kişiyi sevmekten mutlaka vazgeçeriz demek istemiyorum. Aşık olmanın en büyük özelliğini oluşturan, ihtiraslı sevgi mutlaka biter.
·         Aşık olma olayının kaçınılmazlığına örnek; Bebek kendini, beşiğinden, odasından ve anne babasından ayırt edemez. Onun için canlı da birdir, cansızda. Daha “ben” ile “sen” arasında bir ayırım yoktur. O kendini dünya ile bir ve aynı hisseder. Sınırlar yoktur, ayrılıklar yoktur. Kimlik yoktur. Zamanla çocuk kendini deneyimlemeye, yani dünyanın geri kalanından ayrı bir varlık olduğunu anlamaya başlar. “Ben duygusu gelişmeye başlar. Anne ile bebek arasında alışverişin, çocuğun kimlik duygusunun gelişmesine temel oluşturduğuna inanılmaktadır. Bebek kendi irade ve arzularının sadece kendine ait olduğunu öğrenir. Birinci yılın sonunda benim kolum, ayağım, kafam, dilim, sesim, benim düşüncelerim, benim mide ağrım olduğunu biliriz. Ölçümüzü ve fiziksel sınırlarımızı biliriz. İşte zihnimizdeki yerleşmiş olan bu sınırların bilgisi, b izim benlik (EGO) sınırlarımızı oluşturur.
Benlik sınırlarının genişlemesi çocukluk, gençlik, hatta erişkinlik süresince devam eden bir süreçtir; Ancak, daha sonraları saptanan sınırlar fizikselden çok psişiktirler.
2-3 yaş arasındaki devre çocuğun kendi gücünün sınırlarını tanıyıp kabul ettiği devredir.
2 Yaş; Tam bir despot ve tiran gibi hareket etmeye kalkışır. Ana babasına, kardeşlerine ve evdeki kedi köpeğe emirler verir, bu emirler yerine getirilmeyince de krallara yakışır bir öfke ile karşılık verirler.
3 Yaş; Çocuk daha uysal ve yumuşak davranmaya başlar. Gücünün sınırlı olduğu gerçeğini kabul etmiştir. Ara sıra gücünün her şeye yettiği bir hayal dünyasına (Süpermen, örümcek adam dünyası) ara sıra kaçacaktır. Zamanla bundan da vazgeçilir.
Buluğ Çağı Ortaları; Genç artık kendinin başkalarından ayrı ve kişiliği, bedeninin sınırlarına hapsedilmiş, gücü sınırlı bir birey olduğunu anlar.
Her bireyin nispeten zayıf ve güçsüz bir canlı olduğunu ve Toplum denilen ve diğer canlılardan oluşan bir gurup içinde ve başkalarıyla işbirliği yaparak var olabileceğini öğrenir.
·         Bazı insanlar çocukluklarında geçirdiklerinde hoş olmayan ve sarsıcı deneyimlerden dolayı, kendileri dışındaki tüm dünyayı ıslah olmaz şekilde tehlikeli, düşman, kafa karıştırıcı olarak algılarlar. Kendi yalnızlıklarında bir tür güven bulurlar. Ana çoğumuz yalnızlığı acı verici buluruz. Dışımızdaki dünyayla daha fazla özleşebileceğimiz bir duruma ulaşmak isteriz. İşte aşık olma olayı –geçici olarak- bu geçişi yapmamızı sağlar. Aşık olmak, aslında, bir bireyin benlik sınırlaraının bir bölümünün aniden çökerek, kişinin kendi kimliğini bir başkasının kimliğiyle kaynaştırabilmesine izin vermesidir.
·         Aşık olduğunuz kişiyle karışıp birleşmek, bebeklik çağında kendimizi annemizle bir hissettiğimiz o zamanlardan yansımalar taşır. Bu kaynaşıp birleşmeyle birlikte çocukluğumuzda hissettiğimiz ve büyüme yolunda vazgeçtiğimiz “her şeye gücü yetme” duygusunu yeniden tadarız.
·         Günlük yaşamın sorunları karşısında er ya da geç bireysel irade ve istekler ortaya konulur. Böylece her ikisi de varlıklarının derinliklerinde, şu üzücü gerçeği idrak ederler; Sevdikleriyle asla bir değillerdir ve sevdikleri kişinin kendi arzuları, istekleri, zevkleri, önyargıları ve onlardan farklı bir zamanlaması vardır ve olmaya da devam edecektir. Benlik sınırları eski yerlerine çekilip kapanmaya başlar; aniden ya da yavaş yavaş aşk biter. İlişkinin bağlarını çözmeye başlarlar ya da gerçek sevginin temelini atmaya..
“Gerçek” sözcüğüyle, aşık olduğumuz zaman sevmeye başladığımız algısının yanlış bir algı olduğunu söylemek istiyorum.
·         Gerçek sevgi çoğu kez, aşk duygusunun olmadığı bir ortamda, yani aşık olmadığımız halde sevgiyle davrandığımız zaman doğar.
·         Aşık olma duygusu neden gerçek sevgi değildir? Bilinçli değildir, ne kadar istekli olursak olalım bu deneyimi yaşayamayabiliriz. Tam tersine onu hiç aramadığımız bir zamanda başımıza gelir. Çok defa istenmeyen ve uygun olmayan şekilde ortaya çıkar. Bu durumu disiplin ve irade ile denetleyebilirler.
·         Aşık olmak insanın sınırlarını genişletmesi değil, geçici olarak sınırlarını kaldırmasıdır. İnsanın sınırlarını genişletmesi çaba ister; aşık olmak ise çaba gerektirmez.
·         Geçek sevgi insanın benliğini kalıcı bir biçimde genişleten, yeni ufuklara eriştiren bir deneyimdir. Aşık olmak ise değildir.
·         Aşık olmanın, insanın amaçlı olarak ruhsal gelişimini attırmasıyla hiçbir ilgisi yoktur. Aşık olduğunuzda bir amacınız varsa o da yalnızlığınıza bir son vermek ve bunu evlilik yoluyla güvence altına almak olabilir.
·         Eğer sevdiğimizde bazı hatalar görürsek, bunların önemsiz, hatta ona renk ve çekicilik katan küçük tuhaflıklar olduğuna inanırız.
·         Aşık olmayı meydana getiren olay, yani benlik sınırlarının geçici olarak ortadan kalkması, insanoğlunun, dıştan gelen cinsel uyarılar ve kendi cinsel dürtülerine karşı gösterdiği klişeleşmiş bir tepkidir. Bu tepki, insan türünün neslini devam ettirebilmesine hizmet eder.

ROMANTİK AŞK EFSANESİ (s92)
  • Romantik aşk efsanesinin kökeninde hepimizin çocukken dinleyip sevdiğimiz peri masalları yatar. Bu masallarda prensle prenses, bir kez bir araya geldikten sonra artık sonsuza dek mutlu yaşarlar.
  • Kaderimize yazılmış olan insanla karşılaştığımız zaman onu hemen tanırız; çünkü ona aşık oluruz. Ama olur da birbirimizin tüm gereksinimlerini karşılayamazsak, aramızda sürtüşmeler başlar ve aşkımız biterse o zaman korkunç bir hata yapılmış olduğu ortaya çıkar. Bu durumda ya sonsuza dek mutsuz yaşanacaktır ya da boşanılacaktır.
  • Olgun bir evliliğin üzerine bina edilebileceği ve gerçek sevginin gelişebileceği tek temel, kendinin ve eşinin gerçek bağımsız kişilikleri ve birbirinden ayrı benlikleri olduğunu kabul etmektir. Çiftlerle yaptığım çalışmalar beni, sağlıklı ve eşlerin ruhsal sağlığına zarar vermeyen tek olgun evlilik türünün açık evlilik olduğu sonucuna ulaştırmıştır.
BENLİK SINIRLARI ÜZERİNE (s95)
  • Aşık olmak aslında gerçek sevgiye çok ama çok yakın bir duygudur.
  • Sevgi vasıtasıyla sınırlarımızı genişletmemiz demek, dışarıya doğru uzanmamız, tekamülümüzü arzu ettiğimiz sevdiğimize elimizi uzatmamız demektir.
  • Libidinal (bir insana, objeye ya da fikre bağlanması, faaliyetlerini bir obje üzerinde yoğunlaşması) enerjiyle bağlandığımız şeyleri severek ve onlar için sınırlarımızı genişleterek benliğimizi genişletiriz. Dış dünyayı iç dünyamıza alırız ve benlik sınırlarımızı yavaş yavaş büyütür, esnetir ve inceltiriz. Kendimizi dünya ile bir tutar, onunla özdeşleşiriz. Benlık sınırlarımız belirsizleşip inceldikçe, biz de giderek daha çok vecit (sevgi ya da heyecandan doğan coşkunluk, kendinden geçme) haline benzer bir duyguyu yaşarız.
  • Haz duygusu aşık olmakla ilgili duygulara göre daha yumuşak daha az çarpıcı olmakla beraber yine de çok daha dengeli, sürekli ve sonunda  da doyurucudur.
  • Cinsel eylemle aşk ayrı şeylerdir; çünkü bunlar temelde farklı olaylardır.
  • Mistikler (Hindu, maya, Budist) asıl gerçeğin ancak benlik sınırlarını tamamen kaldırıp, bir olmayı deneyimleyerek bilinebileceğine inanırlar. İnsanın kendini evrenin geri kalan kısmından herhangi biçimde ayrı ve farklı bir nesne olarak görmeye devam ettiği sürece evrenin birliğini gerçekten görmesi mümkün değildir.
  • Benlik sınırları olamayan bir bebek, anne babasına göre, gerçeğe daha yakın olabilir, ama anne babası olmaksızın varlığını sürdüremeyeceği gibi, bu bilgeliğini kimseye iletemez. Azizliğe giden yol, yetişkinlikten geçer.
  • Nirvana ya da sürekli olacak bir aydınlanma ya da gerçek ruhsal tekamül ancak gerçek sevgiyi sürekli olarak yaşamakla ve uygulamakla elde edilebilir.
  • Aşık olma ve cinsel ilişkiyle ilgili olarak benlik sınırlarımızı geçici bir süre için kaybetmemiz, sadece başka insanlarla, daha sonra gerçek sevgiye dönüşebilecek bağlılıklara girmemizi sağlamakla kalmaz, ayrıca bize, yaşam boyu sürecek bir sevginin getireceği ve kalıcı olan mistik bir vecdin tadına varmamızı sağlar. Aşık olmak kendi başına sevgi değilse de, sevginin gizemli ve yüce aleminin bir parçasıdır.
BAĞIMLILIK (s99)
  • Sevgi hakkındaki ikinci en yaygın yanlış kavram da bağımlılığın sevgi olduğunu sanmaktır.
  • “Yaşamak istemiyorum, kocam olmadan (karım, kız arkadaşım, erkek arkadaşım) yaşayamam” Yanılıyorsunuz. Siz aslında kocanızı sevmiyorsunuz. Var olabilmek için, başka bir kişiye ihtiyacınız varsa, siz bu kişiye yapışmış bir asalaksınız demektir. Böyle bir ilişkide seçim ve özgürlük yoktur. Sevgi değil bir zorunluluk söz konusu olmaktadır. Sevgi, özgür iradeyle yapılan bir seçim, bir tercihtir.
  • İki insan birbirini ancak, her biri kendi başına yaşayacak güçte olup da birlikte yaşamayı seçtikleri zaman sevebilirler.
  • Bağımlılık, bir başka kişinin etkin bir biçimde kendisiyle ilgilendiğini kesinlikle bilmezse, insanın kendi bütünlüğünü hissedememesi veya işlevini yeterince yerine getirememesidir.
  • -Her birimiz- kendi kendimize ve başkalarına karşı öğle değilmiş gibi yapsak bile  mutlaka bağımlılık duygularına ve gereksinimlerine sahibiz.
  • Her birimiz kaç yaşında olursak olalım, ne kadar olgun olursak olalım, hayatımızda, doyum verici bir ana ya da baba figürünün bulunmasını isteriz ve ararız.
  • Yaşamları bağımlılık gereksinimleri tarafından yönetilen kişilerin psikiyatrik bozukluğuna biz “pasif bağımlı kişilik sendromu” adını veririz.
  • Pasif bağımlı kişiler;
    •  sevilmeyi öylesine arzular ve ararlar ki, başkalarını sevecek enerjileri kalmaz. B
    • Her yerde yiyecek arayan açlıktan gözü dönmüş insanlara benzetebiliriz; Bunların kimseye verecek yiyecekleri yoktur. İçlerinde bir boşluk, doldurmaya can atan dipsiz kuyu vardır, ama bir türlü tamamen doldurulamaz.
    • Hızlı değişebilirlik, pasif bağımlı bireylerin tipik bir davranışıdır. Bağlanabilecek birisi olsun da kim olursa olsun derler. Bunlar sığ ilişkilerdir.
    • Başkalarına duydukları gereksinimlerini hemen doyurmak ister, bu konuyu ertelemeye dayanamazlar.
    • Tanı konurken “pasif” sözcüğü “bağımlı” sözcüğüyle ilişkili kullanılır; çünkü bu kişiler sadece başkalarının onlar için neler yapabilecekleriyle ilgilenir ve kendi yapabilecekleri şeyleri göz ardı ederler.
    • Evlilikteki rol ayrımını katı bir biçimde yaparlar, böylece evliliği bir kapan haline getirirler.
    • Bazı hallerde, evlenmeden önce edindikleri becerileri terk ederler. Örneğin; araba kullanmasını beceremeyen bir kadın bazen ufak bir kazayı bahane ederek araba kullanmaktan vazgeçer. Koca, ya ailenin bütün alışverişini üstlenecek ya da her alışveriş zamanı karısını arabayla çarşıya götürecektir. (s105)
    • Evlilikleri güven içinde devam edebilir, ama bunun sağlıklı ve gerçek sevgiyi içeren bir evlilik olduğu söylenemez. (s106)
    • Pasif bağımlılığın kaynağında sevgi eksikliği vardır.
    • Aşırı bağımlılığı karakter bozukluğunun en önemli tezahürüdür. (s107)
    • Öz-disiplinden yoksundurlar. (s107)
    • Süresi dolmuş ilişkilere son vereceklerine, bunları sürdürmeye çalışırlar. (s107)
    • Kendileri için sorumluluk sorumluluk duygusundan yoksundurlar. (s107)
    • Başkalarının, hatta kendi çocuklarının onların mutluluk ve doyum kaynağını oluşturmalarını beklerler. Mutsuz ya da doyumsuz oldukları zaman bundan başkalarının sorumlu olduğunu düşünürler. (s107)
  • Hayattaki en önemli hedefiniz, pasif bir şekilde sevilmekse, sevgiye layık olamazsınız.
  • Genellikle evliliklerde, eşler farklı rollere sahiptirler; normal olarak aralarında bir iş bölümü yaparlar. Genellikle kadın yemek yapar, evi temizler, alışveriş yapar ve çocuklara bakar; erkek ise bir işte çalışır, parasal işlere bakar, çimleri biçer ve tamirat yapar. Sağlıklı bir evlilikte çiftler zaman zaman içgüdüsel olarak rolleri değişirler. Bunu bir çeşit oyun, evliliklerine çeşni katan bir değişiklik olarak görürler. Bu da doğrudur, ama daha önemlisi bu, birbirine olan bağımlılıklarını azaltan bir süreçtir. Bir anlamda eşlerin her biri, kendini diğerinin kaybı halinde hayatta kalabilmek için eğitmektedir. Pasif bağımlı kişiler için diğerinin kaybı korkutucu bir olaydır.
  • Sevilen ve özen gösterilen çocuklar, kendilerinin sevilmeye layık ve değerli oldukları hissini derinden duyarak ve kendi kendilerine karşı dürüst oldukları ve bu niteliklerini korudukları sürece de sevileceklerinden ve özen gösterileceklerinden emin olarak yetişkinliğe adım atarlar.
  • Başkalarına bağımlı olmak için kendinize izin vermeniz, kendinize yapabileceğiniz en büyük kötülüktür. (s107)
  • Bağımlılık sevgi gibi görülebilir; çünkü o insanların kendilerini bir başkasına şiddetle bağlanmasına neden olan bir güçtür.
SEVGİSİZ KATEKSİS (Bir insanın obje veya insana bağlanması) (s108)
  • Bağımlı kişiler, tek istedikleri o kişinin yanlarında bulunup onları tatmin etmesidir.
  • Çoğu kez cansız eşyayı ya da faaliyetleri sevdiğinden söz ederiz. Deriz ki; “O, parayı sever” ya da “Güç sahibi olmayı sever” parayı veya gücü ne kadar çok sevdiğinden söz ederken de genellikle onu sevgi dolu bir insan olarak algılamayız. Çünkü bu insanlar için zenginlik veya güç, ruhsal bir hedefe erişmenin aracı değildir; bizatihi kendileri birer amaç olmuştur. Halbuki sevginin tek gerçek hedefi ruhsal tekamül ya da insanın tekamülüdür.
  • Hobiler kendimizi sevmenin bir yolu olabilir. Ama bir hobi amaç halini almaya başladı mı artık kendini geliştirmenin bir aracı olmaktan çıkar ve kendini geliştirmenin yerini alır.
  • Para ve güç, sevgi dolu bir hedefe götüren araçlar olabilirler. Bir insan, insan ırkının daha iyi bir düzeye ulaşabilmesi için politik güç kullanabilme amacıyla, politikayı meslek edinmeye katlanabilir. İnsanlar para sahibi olmayı düşlerler; ama parayı para için değil, çocuklarını üniversiteye gönderebilmek veya kendi ruhsal tekâmülleri üzerine düşünmek ve çalışmak için gerekli zaman ve özgürlüğe kavuşmak için isterler. Bu gibi insanların asıl sevdiği güç veya para değil, insanlıktır.
  • Ev hayvanlarımızla iletişim;
    • Çaba gösterirsek, insanlarla sağlayabileceğimiz iletişim yanında çok sınırlıdır. Hayvanlarımızın ne düşündüğünü bilemeyiz. Bu bilgi eksikliği kendi düşünce ve duygularımızı onlara da yüklememize ve bundan dolayı da onlarla aramızda gerçeğe hiç uygun düşmeyebilecek duygusal bir yakınlık hissetmemize neden olur.
    • Ev hayvanlarımızı ancak onların iradesi bizimkiyle bir olduğu, bizimkine uyduğu sürece doyum verici buluruz. Zaten ev hayvanlarımızı seçerken, bu esasa dayandırırız.
    • Hayvanlarımız bize aksilenir ve saldırırlarsa onları pek fazla barındırmayız. Hayvanlarımızı, aklen ya da ruhen gelişmeleri için göndereceğimiz tek okul, itaatin öğretildiği okuldur. Halbuki bizlerin, başka insanların da “kendi iradelerini kullanmalarını” arzu etmemiz mümkündür.
    • Hayvanların bize bağımlılıklarını körükleriz. Onların büyüyüp evi terk etmelerini istemeyiz. Her zaman yanımızda bulunmalarını arzu ederiz. Hayvanlarımızda değer verdiğimiz şey, bizden bağımsız olmaları değil, bize olan bağlılıklarıdır.
  • Hayvanları “sevme” çok ama çok önemlidir. Çünkü bazı insanlar başka bir insanı gerçekten sevmeye muktedir değillerdir ve ancak hayvanları “sevebilirler”.  
    • Birçok Amerikan askeri, savaş sırasında evlendikleri ve aralarında konuşarak iletişim kuramadıkları Alman, İtalyan ya da Japon eşlerle saf ve sevimli evlilikler sürdürmeye başlamışlardı. Ancak eşleri İngilizce öğrenmeye başladığında evlilikleri de sarsılmaya başlamıştı. Çünkü bu askerler artık kendi düşünce, duygu, arzu ve hedeflerini eşlerine de yükleyemiyor ve onlara, tıpkı ev hayvanlarına hissedilene benzer bir yakınlık duygusu hissedemiyorlardı. Eşleri İngilizce öğrendikçe bu erkekler, karılarının da kendilerine has düşünceleri, fikirleri olduğunu anlamaya başlamışlardı. Bazılarının sevgisi pekişti, pek çoğu için sevgi sona erdi.
    • Günümüzün aydın ve özgür kadını kendisini “kuşum”, “kedim” gibi isimlerle çağıran erkekten uzak durmakta haklıdır. Bu gerçekten de ona duyacağı sevgi kadının bir ev kedisi gibi hareket etmesine bağlı olan, kadının gücüne, bağımsızlığına ve bireyselliğine saygı duyacak bir kapasiteye sahip olmayan bir erkek olabilir. Bu olayın en hüzün verici örneği herhalde çocuklarını yalnız bebeklik çağında “sevebilen” çok sayıda kadındır. Bu gibi kadınlar çocukları iki yaşına gelinceye kadar ideal annelerdir.
  • Çocuk (sadece bebeklik çağında sevebilen annenin çocuğu) kendi iradesini ortaya koyar koymaz annesinin sevgisi biter. Artık çocuğuna ilgi duymaz ve çocuğu sadece bir baş belası olarak algılamaya başlar. Aynı anda da karşı konulmaz bir yeniden hamile kalma , yani yeni başka bir bebek, yeni bir evcil hayvan edinme arzusu başlar. Genellikle de bunu başarır. Eğer başaramazsa komşuların bebeklerine bakmaya gönüllü olur. Bu tiplerin çocukları için anneleri tarafından sevilme deneyiminin de sona ermesi demektir. Böyle deneyimlerin sonucunda genellikle çocuklar yetişkinliğe depresif ve/veya pasif bağımlı kişiler olarak adım atarlar.
  • Bebeklere, ev hayvanlarına, hatta bize bağımlı ve sözümüzden çıkmayan eşlerimize karşı duyduğumuz sevgi, “ana-babalık içgüdüsü” adını verdiğimiz içgüdüsel davranış biçimidir. Bunu geleneksel “aşık olma” içgüdüsel aşık olma biçimine benzetebiliriz.
  • Aşık olmak nispeten çabasız gerçekleştiği için gerçek sevgi değildir ve bütünüyle iradi ya da tercihsel bir eylem de değildir. İnsan neslinin devamına yardımcı olur ama onun gelişmesine ya da ruhsal tekamülüne yönelik değildir.
  • Sevgi yalnızca vermek değildir; akıllıca, sağduyulu ve mantıklı biçimde vermek ve bazen de verememektir. Sevgi mantıklı övgü, mantıklı eleştiri demektir. Sadece teselli edip rahatlamak değil, mantıklı bir biçimde tartışmak, mücadele etmek, yüzleşmek, zorlamak, teşvik etmek ve gerektiğinde hedefe doğru itmektir. Sevgi lider olmaktır.  Mantıklı sözcüğünün buradaki anlamı aklın terazisinde tartılması demektir.  Bu da içgüdüden daha fazlasını gerektirir.
KENDİNİ FEDA ETMEK (s115)
  • “Verici” alıcının ruhsal ihtiyaçlarını hiç dikkate almaksızın sadece kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmek için hareket etmekte ve bu davranışını “sevgi” maskesi altında saklamaktadır.
·         Rahip kocası tarafından terk edildiği için depresyona giren ve psikiyatriste başvurarak tedavi olmak isteyen kadın örneğini ele alalım; Terapist bu olayların 20 yıldır sürdüğünü, kadının kocasından ayrı geçen sakin yaşamının tadını çıkarmaya başlarken eşinin geri döndüğünü ve eşinin eve dönmek için kadına yalvardığını ve kadının eve dönmesini kabul ettiğini belirlemiş ve terapist, bu durumun yıkıcı olduğunu yaşanmış şeylerin yeniden yaşanması olduğunu belirttiğinde kadın, “ama onu seviyorum” der.
Burada neler olup bitmektedir?  Kadın kendine alçakça davranılmasına izin vererek üstünlük hissetmektedir. Bu tip kadınlar incelendiğinde genellikle çocukken çok aşalandıkları görülmektedir. Manevi üstünlük duygusu aracılığıyla intikam almaya çalışırlar.
Mazoşist, kendisine kötü davranılmasına katlanışını, kendini feda etmek, yani sevgi olarak görebiliyordu; Onun için nefretini kabullenmek zorunda kalmıyordu.Rahip de kendini feda eden davranış biçimini sevgi olarak görüyordu, gerçekte bunu motive eden ailesinin ihtiyaçları değil, kendisinin imajını koruyabilme arzusuydu.
  • Ne zaman bir başkası için bir şeyler yaptığımızı düşünsek, bir biçimde kendi sorumluluklarımızı yadsımaktayızdır. Yaptığımız şey, biz onu yapmayı seçtiğimiz için yapılmıştır. Bir başkası için her ne yaparsak, bunu, bu davranış bizim bir gereksinimimizi karşıladığı için yaparız. Çocuklara, “Sizin için yaptıklarımıza minnettar kalmalısınız.” Diyen ana babalar genellikle sevgiden önemli ölçüde yoksun anne babalardır.
  • Sevgi aynı zamanda hem bencildir hem de değildir. Sevgiyi sevgisizlikten ayıran söz konusu eylemin amacıdır. Gerçek sevgide amaç her zaman ruhsal tekâmüldür. Sevgisizlikte ise hedef daima başka bir şeydir.
SEVGİ BİR DUYGU DEĞİLDİR (s121)
  • Sevgi duygusu libidinal (cinsel içgüdü; kişŸinin içgüdüsel itkileri ve enerjileri) enerjiyle bağlanma deneyimine eşlik eden duygusudur. Libidinal enerjiyle bağlanma, bir objenin bizim için önem kazanması sürecidir. Bu objeye “sevgi objesi” deniyor.  Bir kez bağlandı mı o artık, bir parçamız gibi, bizim enerjimizle beslenir; işte bu beslediğimiz obje ile bizim aramızdaki ilişkiye Kateksis (libidinal enerjinin bir kişi, obje ya da fikre bağlanması) denir.
  • Bir insana libidinal enerji ile bağlanmamız o insanın ruhsal gelişimine bir nebze olsun aldırdığımız anlamına gelmez. Bağımlı kişiler libidinal enerjiyle bağlandıkları eşlerinin ruhsal olarak gelişmesinden korkarlar bile.
  • Gerçek sevgi süreklilik ve bağlılığı ve aklın kullanılmasını içerir.
  • Yapıcı bir evlilikte taraflar canları isterse de istemese de, düzenli ve rutin bir biçimde ve kendilerinden beklendiği şekilde, birbirleriyle ve ilişkileriyle ilgilenmelidirler. Çiftler arasında aşk er geç biter, çiftleşme içgüdüsü yolun sonuna geldiğinde gerçek sevgiyi tadabilme olanağı doğar.
  • Gerçek sevgi duygusal olmaktan çok iradidir. Gerçekten seven bir insan, sevmeye karar vermiş olduğu için sever.
  • Çok çekici gelen, sevebileceğimi hissettiğim bir kadınla tanışabilirim, ama o sırada böyle bir ilişki evliliğim üzerinde yıkıcı bir etki yapabileceği için, ya sözlere dökerek ya da kalbimin derinliklerinde derim ki; “Seni sevebilirim ama sevmeyeceğim”
  • Sevgi duygularım sonsuz olabilir, ama sevme kapasitem sınırlıdır. Öyleyse bu kapasitemi üzerinde yoğunlaştıracağım, sevme arzumu yönelteceğim insanı seçmem  zorunludur. Gerçek sevgi, bizi alt üst eden karşı konulmaz bir duygu değildir. İnsanın üzerinde düşünerek vardığı, onu bağlayan bir karardır.
  • Hemen herkes sevgi duyguları ile sevmeyi birbirine karıştırır, bu durum insanların işine gelmektedir; insanın sevgisinin kanıtını duygularında bulması hem kolay hem de haz vericidir.
  • “Sevginin aynısı iştir, lafa bakılmaz.” İyi ve kötü gibi sevgi ve sevgisizlik de öznel değil nesnel olaylardır.
DİKKAT İŞİ (s125)

  • Sevgi de bir çeşit çalışma (emek verme) ya da cesarettir. Eğer yapılan şey, çalışma ya da cesaretle ilgili değilse, o zaman o sevgiden kaynaklanan bir fiil değildir. Bunu istisnası yoktur.
  • Biriyle ilgilenip onunla uğraşıyorsak, onu umursuyor, ondan hoşlanıyor, onun için kaygılanıyoruz demektir.

ALGI KAPILARI (Aldous Huxley)

Kendimizi, diğerlerinin bizi gördüğü gibi görmek en yararlı armağanlardan biridir. Diğerlerini, onların kendilerini gördükleri gibi görme kapasitesi de bundan daha az değerli değildir. Ama ya bu diğerleri tamamen farklı bir türdense ve tümden yabancı bir evrende yaşıyorlarsa? Örneğin; Deli olmanın gerçekten ne anlama geldiğini akıllılar nasıl bilebilir?

Birbirine sarılmış aşıklar bireysel coşkularını umutsuzca tek bir yüce benlik halinde kaynaştırmaya çalışırlar, ama boşunadır.

Doğası gereği her vücut bulan ruh tek başına acı çekmeye ve zevk almaya mahkümdur. Duyular, duygular, iç görüler… Bütün bunlar özeldir.

Deneyimler hakkında bilgi alışverişinde bulunabiliriz ya da bilgi toplayabiliriz, ama deneyimlerin kendilerini değil.

Buda Dharma gövdesi demek; Zihin, Öylelik, Boşluk, Tanrı demenin bir başka şeklidir.

      Normal zamanlarda göz; Nerde? Ne kadar uzakta? Neye ilişik olarak? Nasıl konumlanmış? Meskalin deneyinde yer ve mesafe o kadar ilgi çekmez. Zihin algılayışını varoluş yoğunluğu, anlama derinliği, belirli bir düzen içindeki ilişkiler kavramlarıyla yapar.

Beyin ve sinir sistemi ve duyu organlarının işlevi aslında eleyicidir. Üretici değil.

Her insan kendi başına gelenleri anımsamak evrenin her yerinde olan her şeyi algılayacak yeteneğine sahiptir.

Beyin ve sinir sisteminin işlevi, yararsız ve ilgisiz bilgilerin kafamızı karıştırmasından korumaktır. Doğal olarak her an anımsayabileceğimiz ve algılayabileceğimizi şeyleri dışarıda bırakır. Yararlı olabilecekleri seçer.

Kuramsal olarak her birimiz potansiyel olarak mümkün olan büyük bilince sahibiz.

Hayvan olduğumuza göre işimiz, her ne pahasına olursa olsun soyumuzu sürdürmektir.

Biyolojik üreyişi mümkün kılabilmek için büyük bilinç, beyin ve sinir sisteminin indirgeme filtresinden geçirilmek zorundadır.

İndirgenmiş bilincin içeriğini kavrayıp ifade edebilmek için insanoğlu, dili ve felsefeyi kullanmış ve geliştirmiştir.

Her birey doğar doğmaz kendini içinde bulduğu dil geleneğinin hem yararlanıcısı hem de kurbanıdır; dil , diğer insan deneyimlerinin biriktirilmiş kayıtlarına girebilmesini sağladığı için yararlanıcısı, dil onu indirgenmiş bilincin mümkün olan tek bilinç olduğuna ikna ettiği ve onun gerçeklik duygusunu bozduğu ölçüde kurbanıdır. Böylelikle kendi kavramlarını veri, kendi sözcüklerini de gerçek şeyler yerine koymaya eğilimli hale gelir.

Zihinsel alıştırma, hipnoz ya da uyuşturucu kullanmak yoluyla indirgenme filtresinin by-pass yaparak geçici kanallar oluşabilir. Bu kanallardan, büyük bilinç filtresi var olduğundan “Evrende olup biten her şeyi” in algısı akmaz. 

Meskalin beynin normal şeker ihtiyacını azaltır.

Beynin şeker ihtiyacı azalınca;
                        1.Anımsama ve mantıklı düşünmede çok az azalma olur.
2.Görsel izlenimler önemli ölçüde güçlenir. Göz çocukluğun önyargısız algısının birazını
   yeniden kazanır. Duyularla algılamalar kavrama dönüştürülememektedir. Zaman sıfıra
   yakındır.
3.Algılama olağanüstü güçlenir. İrade kötüye doğru derin bir değişim geçirir. Kişiyi 
   harekete geçirecek nedenlere karşı ilgisizdir.
4.Bu iyi şeyler “dışarıda” ya da “içeride” veya iç ve dış her iki dünyada aynı zamanda 
   veya arka arkaya yaşanabilir.
5.Ego zayıflar. Gündelik işlerle ilgilenmez, duyuüstü algılamalar olabilir. Kimileri bir 
   görsel güzellik dünyası keşfedebilir. Renk algısı olağanüstü güçlenir. Sınırlı bir aklın 
   “evrenin her yerinde olan her şeyi algılamak” konusunda ulaşabileceği en uç sınırdır.

İfade gücü ne kadar yüksek olursa olsun semboller asla temsil ettikleri şey olamazlar.

Gerçek hayatta insan tasarlar, Tanrı yönlendirir.

İnsanoğlu içgörüye nesnel varlıklardan daha fazla önem vermiştir? Neden? Dış dünya her sabah uyandığımızda istesek de istemesek de hayatımızı kurmaya çalıştığımız yerdir. İç dünyada ne çalışma ne de tekdüzelik vardır. Oraya sadece rüyada ve derin düşüncelerde gideriz, orası tuhaftır birbirini takip eden iki olayda asla aynı dünyayı bulamayız. Tanrısal olanı arayan insanın genellikle içeriye bakmayı tercih etmelerinin şaşılacak yanı yoktur.

Şizofren, yaşadığı belli bir gerçeklik deneyimini durduramaz. Sağlıklı olmadığı için onunla yaşayamaz ya da bir açıklama getirerek bir kenara atamaz, bu gerçeklik onun dünyayı insan gözüyle görmesini engeller, sona ermeyen tuhaflığını ve yakıcı yoğunluğunu yorumlayamadığı için ona korku veren ve onu ölümcül bir şiddet eğiliminden psikolojik intihara kadar bir dizi umutsuz önlem almaya zorlar.

Ey asil doğmuş kişi, zihninin saptırılmasına izin verme. Geçmiş günahların anıları, hayal edilen hazlar, eski hataların ve utançların geride kalan acı tadı ve genellikle ışığı karartan bütün o şehvet, korku ve nefret duyguları tarafından zihnin saptırılmasına izin vermemek.

İnsanların çoğu en kötü durumda öylesine acı dolu, en iyi durumda da öylesine tekdüze, mutsuz ve sınırlı bir yaşam sürüyorlar ki bundan kaçma arzusu ve birkaç anlığına bile olsa kendilerini aşma özlemi ruhun başlıca tutkularından birdir ve hep böyle olmuştur. Sanat ve din, karnavallar ve bayramlar, dans etmek ve konuşmacıları dinlemek, bütün bunlar H.G. Wells’ in sözleriyle “Duvardaki kapılar” olarak hizmet etmiştir. Günlük şahsi kullanımlar için de her zaman kimyevi uyuşturucular olagelmiştir.

Her ne nedenden olursa olsun insanlar tapınma, iyi çalışma ve ruhsal eğitim yoluyla kendilerini aşamadıkları zaman, dinin kimyevi vekillerine (dinsel amaçla uyuşturucu kullanımı) sığınma eğilimindedirler. Batıda alkol ve “ahmak hapları”, Doğuda alkol ve afyon, Muhammedi dünyada esrar, Orta Amerika’da alkol ve marihuana…

Sayısız insan kendini aşmayı arzulamaktadır ve buna kilisenin yardımıyla ulaşmaktan mutlu olacaktır. Ayinlere katılıyorlar, vaazları diliyorlar, duaları tekrarlıyorlar ama susuzlukları dindirilemiyor. Hayal kırıklığı içinde şişeye dönüyorlar. O halde Hıristiyanlık ve alkolün hiçbir durumda uyumlu hale getirilemeyeceği ortaya çıkıyor. Birçok yerli kabilenin kanıtladığı gibi Maskalin uyuşabilir.

Amerikan Yerli Kilise ayinlerinde ekmek ve şarabın yerini peyote parçaları alır.

Öte dünyanın kapılarını bu tür kimyasal (peyote) bir yolla açmanın pratik sonuçları tamamen olumlu görünmektedir.

Dil ve diğer sembol sistemlerinden asla vazgeçemeyiz. Çünkü sadece ve sadece onlar aracılığıyla kendimizi hayvanların üstünde bir yere, insan seviyesine çıkardık.

Bütün eğitim sistemimiz sözün hakimiyetindedir ve bu nedenle de kendimizden bekleneni gerçekleştirmekte yetersiz kalırız.

Eğitim sadece söze dayalı olduğunda, kolayca söze dökülemeyen insan duyguları, varlığımızın mevcut gerçeklerini doğrudan algılama yeteneği neredeyse tamamen göz ardı edilir.

Sözelciler sözelci olmayanlar hakkında kuşku içindedirler; rasyonalistler verili, rasyonel olmayan gerçekten korkarlar; entelektüeller ise “gözlerimizle (veya başka yoldan) algıladığımız şeyler bize tümüyle yabancıdır ve bizi hiçbir şekilde derinden etkilemez” düşüncesindedirler.

Sistematiksiz yapamayız. Ama, zihinsel açıdan sağlıklı kalmak istiyorsak, içsel dünyamızı ve içine doğduğumuz dış dünyayı doğrudan algılamaksızın da –ne kadar sistemsiz olursa o kadar iyidir- yapamayız.

Çoğu rüya, rüya görenin gizli arzuları ve içgüdüsel yönelimleriyle ilgilidir; ya da bu arzu ve yönelimlerin, kaygılı bir vicdan tarafından ya da çevredekiler ne der korkusuyla engelledikleri durumlarda ortaya çıkan çatışmalarla ilgilidir.

Rüyadaki hikâye sembollerle anlatılır ve semboller renksizdir. Bu neden böyledir? Sembollerin etkili olabilmek için renge gereksinimi yoktur.

Zekâmızın ve hayal gücümüzün bir araya getirdiği semboller renksizdir. Dış dünya renkli algılanır. Buna karşın rüyalar verili olmadıkları ve kişisel bilinçaltı tarafından oluşturulduklarından siyah beyazdır.

En canlı renklere sahip rüyaların, dramatik hiçbir şeyin ortaya çıkmadığı, çatışmalara sembolik atıfların yapılmadığı, tersine sadece olguların bilince sunulduğu manzara içerikli rüyalar olması kayda değerdir.

İnsanoğlu renkli çakıl taşlarını bulmak, çıkarmak ve yontmak için muazzam zaman, enerji ve para harcamıştır. Peki niçin? Görsel deneyim gerçekleri hesaba katıldığında mücevherlerin kendilerine has ışıkları vardır, doğaüstü bir renk parlaklığı sergiler ve doğaüstü bir anlama sahiptir. Böyle bir taşı ele geçirmek, öteki dünyada var olduğu gerekçesiyle değerliliği garantilenmiş bir şeyi ele geçirmek demektir. Bu insanoğlunun mücevher tutkusudur.  İnsanoğlu, değerli taşlara tedavi edici ve büyüsel güçler atfeder. Değerli taşları veya camı bilmeyen insanlar arasında cennet minerallerle değil çiçeklerle süslüdür.

Parlak bir nesnenin görüntüsü niye bir trans ve hayallere dalma hali meydana getiriyor? Parlak nesneler bilinçaltımıza hoş şeyleri anımsatabilirler, içimizde her zaman olan ama bilincinde olmadığımız bir şeyi bilinçle yaşama yetisine kavuşabiliriz, dünyaya daha az dikkat harcamaya başlarız.

Parlak saf renkler öteki dünyanın tipik özellikleridir. Yani parlak, saf renklerle yapılmış sanat eserleri uygun koşullarda kişinin zihnini öteki bölgeye yönlendirme  gücüne sahiptir.

Parlak saf renkler güzelliğin genel anlamda özüne ait değil, ama görsel hayallerin güzelliğine aittir. (Gotik kiliseler, Yunan tapınakları, İsa’dan sonraki 13. Yüzyılda yapılan heykellerin hepsi parlak renklerdeydi.

Aşinalık kayıtsızlığı doğurur. Parlak, saf renkleri artık bizi kendimizden geçiremeyecekleri kadar çok gördük. Bize en iyi şeylerden çok fazla verme konusundaki şaşırtıcı yetisi nedeniyle modern teknoloji eskiden görsel deneyimi harekete geçirmeye yarayan geleneksel malzemeyi değersizleştirme eğilimindedir.

Dinsel sanatın büyük şaheserlerinin izleyicide salt estetikten öte, aşkın bir etki bırakma özelliği vardır. Mısır tanrı heykelleri, Bizans mozaiklerinin Madonna’ları  ve İsa ikonaları, Çin’in Bodhisattva’ları ve Lohan’ları, Kmer’in oturan Buda’ları, Copan’ın taş anıt ve heykelleri, tropik Afrika’nın tahta putları hepsinin ortak bir özelliği derin bir dinginlik.
 
İnsan kültürünün gelişimini izlediğimizde manzara resminin ya hiç olmadığını ya eksik olduğunu, yakın zamanda belli bir gelişme kaydetmediğini görüyoruz. Niçin manzaralar belli bir çağ ve kültürün hayallere dayalı edebiyatında yer almıştır da resimde yer almamıştır? İnsanlar kendi görsel hayal deneyimlerinin sadece söze dökülmüş olmasıyla yetinmiş, resme dönüştürmeye gereksinim duymamıştır.

Dr. A. K. Coomaraswamy, Uzakdoğu mistik sanat için söylediği; “anlam ve çağrışımı birbirinden ayırmanın mümkün olmadığı” ve “bir şeyin –ne- olduğu ile ne –anlama geldiği- arasında hiçbir ayrışmanın hissedilmediği bir sanat.

Eğer herhangi bir zamanda insanoğlu bir eylem türünden tatmin oluyorsa, o zaman şu anlaşılmalı ki, bu tatmin edici eylemin gözlemlenmediği dönemlerde buna eşdeğer bir başka şey olmalıdır. Örnek;  Orta çağda insanoğlu sözcük ve sembollerle uğraşıyordu. Doğadaki her şey kutsal kabul edilen kitap veya efsanelerin birinde formüle edilmiş bir fikrin somutlaşmış hali olarak görülüyordu.

İnsanı en çok kendinden geçiren manzaralardan birincisi doğal nesneleri çok uzakta gösterenler, ikincisi de bunları çok yakından gösterenlerdir. Mesafe bakışa büyü verir. Öteki dünyanın temel uzaklığını ve açıklanamazlığını anımsatır.

Sadece orta plan ve biraz arkaya itilmiş ön plan denebilecek şey tümüyle insanidir. Çok yakına veya çok daha uzağa baktığı anda insan ya ortadan kalkar ya da önceliğini yitirir. Astronomlar uzağa bakar ve insan hayatının daha azını görür. Fizikçi, kimyacı, atomun çok yakın çekimleriyle uğraşırlar.

EK-I
Yoga nefes mantığını anlamak; Düzenli olarak yapıldığında bir süre sonra bu alıştırmalar nefesin daha uzun süre tutulmasını sağlar. Nefesin uzun süre tutulması akciğerlerde ve kanda karbondioksitin fazlaca yoğunlaşmasına yol açar; karbondioksit yoğunluğunun artması beynin indirgeme filtresi olarak etkinliğini azaltır ve hayali veya mistik deneyimlerin bilince girmesine izin verir. Uzun süreli ve kesintisiz yapılan bağırma ya da şarkı söyleme de buna benzer. Bu etki, büyü ve dindeki o sonsuz “boş tekrarlar” ın nedenini açıklar. 
      
      Nisan/2013