17 Eylül 2015 Perşembe

ALGI KAPILARI (Aldous Huxley)

Kendimizi, diğerlerinin bizi gördüğü gibi görmek en yararlı armağanlardan biridir. Diğerlerini, onların kendilerini gördükleri gibi görme kapasitesi de bundan daha az değerli değildir. Ama ya bu diğerleri tamamen farklı bir türdense ve tümden yabancı bir evrende yaşıyorlarsa? Örneğin; Deli olmanın gerçekten ne anlama geldiğini akıllılar nasıl bilebilir?

Birbirine sarılmış aşıklar bireysel coşkularını umutsuzca tek bir yüce benlik halinde kaynaştırmaya çalışırlar, ama boşunadır.

Doğası gereği her vücut bulan ruh tek başına acı çekmeye ve zevk almaya mahkümdur. Duyular, duygular, iç görüler… Bütün bunlar özeldir.

Deneyimler hakkında bilgi alışverişinde bulunabiliriz ya da bilgi toplayabiliriz, ama deneyimlerin kendilerini değil.

Buda Dharma gövdesi demek; Zihin, Öylelik, Boşluk, Tanrı demenin bir başka şeklidir.

      Normal zamanlarda göz; Nerde? Ne kadar uzakta? Neye ilişik olarak? Nasıl konumlanmış? Meskalin deneyinde yer ve mesafe o kadar ilgi çekmez. Zihin algılayışını varoluş yoğunluğu, anlama derinliği, belirli bir düzen içindeki ilişkiler kavramlarıyla yapar.

Beyin ve sinir sistemi ve duyu organlarının işlevi aslında eleyicidir. Üretici değil.

Her insan kendi başına gelenleri anımsamak evrenin her yerinde olan her şeyi algılayacak yeteneğine sahiptir.

Beyin ve sinir sisteminin işlevi, yararsız ve ilgisiz bilgilerin kafamızı karıştırmasından korumaktır. Doğal olarak her an anımsayabileceğimiz ve algılayabileceğimizi şeyleri dışarıda bırakır. Yararlı olabilecekleri seçer.

Kuramsal olarak her birimiz potansiyel olarak mümkün olan büyük bilince sahibiz.

Hayvan olduğumuza göre işimiz, her ne pahasına olursa olsun soyumuzu sürdürmektir.

Biyolojik üreyişi mümkün kılabilmek için büyük bilinç, beyin ve sinir sisteminin indirgeme filtresinden geçirilmek zorundadır.

İndirgenmiş bilincin içeriğini kavrayıp ifade edebilmek için insanoğlu, dili ve felsefeyi kullanmış ve geliştirmiştir.

Her birey doğar doğmaz kendini içinde bulduğu dil geleneğinin hem yararlanıcısı hem de kurbanıdır; dil , diğer insan deneyimlerinin biriktirilmiş kayıtlarına girebilmesini sağladığı için yararlanıcısı, dil onu indirgenmiş bilincin mümkün olan tek bilinç olduğuna ikna ettiği ve onun gerçeklik duygusunu bozduğu ölçüde kurbanıdır. Böylelikle kendi kavramlarını veri, kendi sözcüklerini de gerçek şeyler yerine koymaya eğilimli hale gelir.

Zihinsel alıştırma, hipnoz ya da uyuşturucu kullanmak yoluyla indirgenme filtresinin by-pass yaparak geçici kanallar oluşabilir. Bu kanallardan, büyük bilinç filtresi var olduğundan “Evrende olup biten her şeyi” in algısı akmaz. 

Meskalin beynin normal şeker ihtiyacını azaltır.

Beynin şeker ihtiyacı azalınca;
                        1.Anımsama ve mantıklı düşünmede çok az azalma olur.
2.Görsel izlenimler önemli ölçüde güçlenir. Göz çocukluğun önyargısız algısının birazını
   yeniden kazanır. Duyularla algılamalar kavrama dönüştürülememektedir. Zaman sıfıra
   yakındır.
3.Algılama olağanüstü güçlenir. İrade kötüye doğru derin bir değişim geçirir. Kişiyi 
   harekete geçirecek nedenlere karşı ilgisizdir.
4.Bu iyi şeyler “dışarıda” ya da “içeride” veya iç ve dış her iki dünyada aynı zamanda 
   veya arka arkaya yaşanabilir.
5.Ego zayıflar. Gündelik işlerle ilgilenmez, duyuüstü algılamalar olabilir. Kimileri bir 
   görsel güzellik dünyası keşfedebilir. Renk algısı olağanüstü güçlenir. Sınırlı bir aklın 
   “evrenin her yerinde olan her şeyi algılamak” konusunda ulaşabileceği en uç sınırdır.

İfade gücü ne kadar yüksek olursa olsun semboller asla temsil ettikleri şey olamazlar.

Gerçek hayatta insan tasarlar, Tanrı yönlendirir.

İnsanoğlu içgörüye nesnel varlıklardan daha fazla önem vermiştir? Neden? Dış dünya her sabah uyandığımızda istesek de istemesek de hayatımızı kurmaya çalıştığımız yerdir. İç dünyada ne çalışma ne de tekdüzelik vardır. Oraya sadece rüyada ve derin düşüncelerde gideriz, orası tuhaftır birbirini takip eden iki olayda asla aynı dünyayı bulamayız. Tanrısal olanı arayan insanın genellikle içeriye bakmayı tercih etmelerinin şaşılacak yanı yoktur.

Şizofren, yaşadığı belli bir gerçeklik deneyimini durduramaz. Sağlıklı olmadığı için onunla yaşayamaz ya da bir açıklama getirerek bir kenara atamaz, bu gerçeklik onun dünyayı insan gözüyle görmesini engeller, sona ermeyen tuhaflığını ve yakıcı yoğunluğunu yorumlayamadığı için ona korku veren ve onu ölümcül bir şiddet eğiliminden psikolojik intihara kadar bir dizi umutsuz önlem almaya zorlar.

Ey asil doğmuş kişi, zihninin saptırılmasına izin verme. Geçmiş günahların anıları, hayal edilen hazlar, eski hataların ve utançların geride kalan acı tadı ve genellikle ışığı karartan bütün o şehvet, korku ve nefret duyguları tarafından zihnin saptırılmasına izin vermemek.

İnsanların çoğu en kötü durumda öylesine acı dolu, en iyi durumda da öylesine tekdüze, mutsuz ve sınırlı bir yaşam sürüyorlar ki bundan kaçma arzusu ve birkaç anlığına bile olsa kendilerini aşma özlemi ruhun başlıca tutkularından birdir ve hep böyle olmuştur. Sanat ve din, karnavallar ve bayramlar, dans etmek ve konuşmacıları dinlemek, bütün bunlar H.G. Wells’ in sözleriyle “Duvardaki kapılar” olarak hizmet etmiştir. Günlük şahsi kullanımlar için de her zaman kimyevi uyuşturucular olagelmiştir.

Her ne nedenden olursa olsun insanlar tapınma, iyi çalışma ve ruhsal eğitim yoluyla kendilerini aşamadıkları zaman, dinin kimyevi vekillerine (dinsel amaçla uyuşturucu kullanımı) sığınma eğilimindedirler. Batıda alkol ve “ahmak hapları”, Doğuda alkol ve afyon, Muhammedi dünyada esrar, Orta Amerika’da alkol ve marihuana…

Sayısız insan kendini aşmayı arzulamaktadır ve buna kilisenin yardımıyla ulaşmaktan mutlu olacaktır. Ayinlere katılıyorlar, vaazları diliyorlar, duaları tekrarlıyorlar ama susuzlukları dindirilemiyor. Hayal kırıklığı içinde şişeye dönüyorlar. O halde Hıristiyanlık ve alkolün hiçbir durumda uyumlu hale getirilemeyeceği ortaya çıkıyor. Birçok yerli kabilenin kanıtladığı gibi Maskalin uyuşabilir.

Amerikan Yerli Kilise ayinlerinde ekmek ve şarabın yerini peyote parçaları alır.

Öte dünyanın kapılarını bu tür kimyasal (peyote) bir yolla açmanın pratik sonuçları tamamen olumlu görünmektedir.

Dil ve diğer sembol sistemlerinden asla vazgeçemeyiz. Çünkü sadece ve sadece onlar aracılığıyla kendimizi hayvanların üstünde bir yere, insan seviyesine çıkardık.

Bütün eğitim sistemimiz sözün hakimiyetindedir ve bu nedenle de kendimizden bekleneni gerçekleştirmekte yetersiz kalırız.

Eğitim sadece söze dayalı olduğunda, kolayca söze dökülemeyen insan duyguları, varlığımızın mevcut gerçeklerini doğrudan algılama yeteneği neredeyse tamamen göz ardı edilir.

Sözelciler sözelci olmayanlar hakkında kuşku içindedirler; rasyonalistler verili, rasyonel olmayan gerçekten korkarlar; entelektüeller ise “gözlerimizle (veya başka yoldan) algıladığımız şeyler bize tümüyle yabancıdır ve bizi hiçbir şekilde derinden etkilemez” düşüncesindedirler.

Sistematiksiz yapamayız. Ama, zihinsel açıdan sağlıklı kalmak istiyorsak, içsel dünyamızı ve içine doğduğumuz dış dünyayı doğrudan algılamaksızın da –ne kadar sistemsiz olursa o kadar iyidir- yapamayız.

Çoğu rüya, rüya görenin gizli arzuları ve içgüdüsel yönelimleriyle ilgilidir; ya da bu arzu ve yönelimlerin, kaygılı bir vicdan tarafından ya da çevredekiler ne der korkusuyla engelledikleri durumlarda ortaya çıkan çatışmalarla ilgilidir.

Rüyadaki hikâye sembollerle anlatılır ve semboller renksizdir. Bu neden böyledir? Sembollerin etkili olabilmek için renge gereksinimi yoktur.

Zekâmızın ve hayal gücümüzün bir araya getirdiği semboller renksizdir. Dış dünya renkli algılanır. Buna karşın rüyalar verili olmadıkları ve kişisel bilinçaltı tarafından oluşturulduklarından siyah beyazdır.

En canlı renklere sahip rüyaların, dramatik hiçbir şeyin ortaya çıkmadığı, çatışmalara sembolik atıfların yapılmadığı, tersine sadece olguların bilince sunulduğu manzara içerikli rüyalar olması kayda değerdir.

İnsanoğlu renkli çakıl taşlarını bulmak, çıkarmak ve yontmak için muazzam zaman, enerji ve para harcamıştır. Peki niçin? Görsel deneyim gerçekleri hesaba katıldığında mücevherlerin kendilerine has ışıkları vardır, doğaüstü bir renk parlaklığı sergiler ve doğaüstü bir anlama sahiptir. Böyle bir taşı ele geçirmek, öteki dünyada var olduğu gerekçesiyle değerliliği garantilenmiş bir şeyi ele geçirmek demektir. Bu insanoğlunun mücevher tutkusudur.  İnsanoğlu, değerli taşlara tedavi edici ve büyüsel güçler atfeder. Değerli taşları veya camı bilmeyen insanlar arasında cennet minerallerle değil çiçeklerle süslüdür.

Parlak bir nesnenin görüntüsü niye bir trans ve hayallere dalma hali meydana getiriyor? Parlak nesneler bilinçaltımıza hoş şeyleri anımsatabilirler, içimizde her zaman olan ama bilincinde olmadığımız bir şeyi bilinçle yaşama yetisine kavuşabiliriz, dünyaya daha az dikkat harcamaya başlarız.

Parlak saf renkler öteki dünyanın tipik özellikleridir. Yani parlak, saf renklerle yapılmış sanat eserleri uygun koşullarda kişinin zihnini öteki bölgeye yönlendirme  gücüne sahiptir.

Parlak saf renkler güzelliğin genel anlamda özüne ait değil, ama görsel hayallerin güzelliğine aittir. (Gotik kiliseler, Yunan tapınakları, İsa’dan sonraki 13. Yüzyılda yapılan heykellerin hepsi parlak renklerdeydi.

Aşinalık kayıtsızlığı doğurur. Parlak, saf renkleri artık bizi kendimizden geçiremeyecekleri kadar çok gördük. Bize en iyi şeylerden çok fazla verme konusundaki şaşırtıcı yetisi nedeniyle modern teknoloji eskiden görsel deneyimi harekete geçirmeye yarayan geleneksel malzemeyi değersizleştirme eğilimindedir.

Dinsel sanatın büyük şaheserlerinin izleyicide salt estetikten öte, aşkın bir etki bırakma özelliği vardır. Mısır tanrı heykelleri, Bizans mozaiklerinin Madonna’ları  ve İsa ikonaları, Çin’in Bodhisattva’ları ve Lohan’ları, Kmer’in oturan Buda’ları, Copan’ın taş anıt ve heykelleri, tropik Afrika’nın tahta putları hepsinin ortak bir özelliği derin bir dinginlik.
 
İnsan kültürünün gelişimini izlediğimizde manzara resminin ya hiç olmadığını ya eksik olduğunu, yakın zamanda belli bir gelişme kaydetmediğini görüyoruz. Niçin manzaralar belli bir çağ ve kültürün hayallere dayalı edebiyatında yer almıştır da resimde yer almamıştır? İnsanlar kendi görsel hayal deneyimlerinin sadece söze dökülmüş olmasıyla yetinmiş, resme dönüştürmeye gereksinim duymamıştır.

Dr. A. K. Coomaraswamy, Uzakdoğu mistik sanat için söylediği; “anlam ve çağrışımı birbirinden ayırmanın mümkün olmadığı” ve “bir şeyin –ne- olduğu ile ne –anlama geldiği- arasında hiçbir ayrışmanın hissedilmediği bir sanat.

Eğer herhangi bir zamanda insanoğlu bir eylem türünden tatmin oluyorsa, o zaman şu anlaşılmalı ki, bu tatmin edici eylemin gözlemlenmediği dönemlerde buna eşdeğer bir başka şey olmalıdır. Örnek;  Orta çağda insanoğlu sözcük ve sembollerle uğraşıyordu. Doğadaki her şey kutsal kabul edilen kitap veya efsanelerin birinde formüle edilmiş bir fikrin somutlaşmış hali olarak görülüyordu.

İnsanı en çok kendinden geçiren manzaralardan birincisi doğal nesneleri çok uzakta gösterenler, ikincisi de bunları çok yakından gösterenlerdir. Mesafe bakışa büyü verir. Öteki dünyanın temel uzaklığını ve açıklanamazlığını anımsatır.

Sadece orta plan ve biraz arkaya itilmiş ön plan denebilecek şey tümüyle insanidir. Çok yakına veya çok daha uzağa baktığı anda insan ya ortadan kalkar ya da önceliğini yitirir. Astronomlar uzağa bakar ve insan hayatının daha azını görür. Fizikçi, kimyacı, atomun çok yakın çekimleriyle uğraşırlar.

EK-I
Yoga nefes mantığını anlamak; Düzenli olarak yapıldığında bir süre sonra bu alıştırmalar nefesin daha uzun süre tutulmasını sağlar. Nefesin uzun süre tutulması akciğerlerde ve kanda karbondioksitin fazlaca yoğunlaşmasına yol açar; karbondioksit yoğunluğunun artması beynin indirgeme filtresi olarak etkinliğini azaltır ve hayali veya mistik deneyimlerin bilince girmesine izin verir. Uzun süreli ve kesintisiz yapılan bağırma ya da şarkı söyleme de buna benzer. Bu etki, büyü ve dindeki o sonsuz “boş tekrarlar” ın nedenini açıklar. 
      
      Nisan/2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder